Dar Es Selam'da bir sabah
Güzel bir günün sabahında, Corner Cafe'nin camekânlı vitrini önüne, kaldırım üzerine yayılmış bir kaç masa etrafında, sabah kahvesini bir sigara eşliğinde götürenlerle birlikteyim.
Arabalar vızır vızır önümden geçip gidiyor. İnsanlar ise daha sakinler ama onlar da kafalarını sağa sola çevirmeden işlerine yetişmenin derdindeler.
Arabalar vızır vızır önümden geçip gidiyor. İnsanlar ise daha sakinler ama onlar da kafalarını sağa sola çevirmeden işlerine yetişmenin derdindeler.
İçim bomboş... Heyecanım ise hiç yok. Sadece havanın serinliğini içime çekerek, günü yaşamanın keyfini ruhuma sokmaya çalışıyorum. Serin bir rüzgâr, bir kaç saat önce doğmuş güneş ışınları altında suratımı yalayıp geçip gidiyor. İçimi ısıtan kahvemi soğutmadan içmek istiyorum.
Yanımda ki masada gizemli kıyafetleriyle bir adam oturuyor. Ama suratını göremiyordum adamın. Geniş omuzlu, uzun burunlu. Başındaki fötr şapka, sabah güneşinin büyük kara gözlüklerine vurmasını engelliyor. Üzerinde uzun gri bir pardösülü var. Adam, yanındaki kadına dönüp, “Diana, işinden izin alamamana üzüldüm. Ama ben bugün Eden’e dönmeliyim...” diyor.
Yanında ki uzun siyah saçlı kadına göz ucuyla çekinerek bakıyorum.
Canım acıyor birden...
“Lanet olsun!” diyerek, üzerime dökülen kahvenin bacaklarımda ki sızısıyla bağırarak ayağa kalkmaya çalışırken, önce masama, sonra üzerime düşen adamla yere yuvarlanıyorum.
Yan masada, siyah saçlı kadının çantasını çalmaya çalışan, saçı başı dağınık hırpani bir hırsız, fötr şapkalı adamın yumruğunu, süpürge teli gibi çıkmış sakallı suratına yeğince, adam önce benim masaya yuvarlanıp kahvemi dökmüş, ardında da üzerimden geçerek yerde hareketsiz kalmıştı.
Hırsız, baygın bir halde masanın ayakları dibinde yerde yatarken çenesinde ki kurukafa iskelet dövmesi dikkatimi çekiyor.
Geniş omuzlu adam yanıma gelip elini uzatarak yuvarlandığım yerden doğrulmam için elini uzatıyor. Kırmızı eldivenli elinin, orta parmağı üzerindeki geniş kurukafa kabartmalı yüzüğe gözüm takılıyor.
Yerde yatan adamın suratındaki ile aynı. Kafamı kaldırıyor suratına bakıyorum. Yanında ki uzun siyah saçlı kadın gülümsüyor. Adamın ise, fötr şapkası altında bir kızıl bir maske ile yüzünü saklamış...
Fötr şapkalı adam, elimi tutarak beni havaya uçururcasına yerden kaldırıyor ve özür diler gibi bana donuk, donuk bakıyor.
“Eden denilen bir adada gidiyorum. Diana Palmer burada kalacak. Elimde fazladan bir bilet var. Sen de benimle gelmek ister misin?” diyor...
…Saat sabahın 3’ü. Uçağın tekerlekleri yere değmesine rağmen etraf zifiri karanlık. Ne apron önünde ki diğer uçakları, ne de apronu görebiliyorum. Diana’nın bileti sayesinde 7 saat süren İstanbul-Dar Es Selam yolculuğunda Business Class’ın evdeki yatağımdan daha rahat yatak olan koltuklarında yol boyu uyumuşum. Uçak park pozisyonuna girince kapı açılmasıyla uçağın içene dolan sıcak hava, -1 derecede bıraktığım İstanbul’dan sonra cehenneme düşmüşlük hissi veriyor.
En önde, 1 numaralı koltukta oturan fötr şapkalı adam yerinden hızlıca kalkıp üzerindeki pardösüyu ve şapkayı koltuk üzerine bırakarak kıp-kırmızı bir kıyafet ile uçaktan koşarcasına inip gidiyor. Arkasında bağırıyorum.
“Heyyy! Hani, Eden adasına gidecektik?”
Gel, der gibi eli ile işaret edince, koşar adım uçağın merdivenlerinden peşi sıra iniyorum. Piste sadece ikimiz varız. Gün hala ağarmadı. Hızlı adımlarla yürüyen kırmızı adama ancak koşarak yetişebiliyorum.
“Saat 7’de bir tekne ile gideceksin. Seni karşılayacaklar. Limana git. Azam gemisine bin. Ben, seni Zanzibar limanında karşılarım!” deyip gözden kayboluyor.
Dar Es Selam havaalanın önünde onlarca Zenci ile kalakalıyorum. Biraz tırmış vaziyetteyim. Gök hala kara. Etrafımda ki adamların suratlarını seçemiyorum etrafımı saran onlarcasının, karanlık içindeki siyah suratlarını göremediğimden, iç dünyalarında ki hislerinin yüzlerine yansıyan mimiklerini algılayamıyorum.
Günün biraz ağarmasını beklemek için ışıklı bir pano altına oturuyorum. Hava nemli. Üzerime yapışan kıyafetlerden yavaş yavaş kurtulmak için soyunmaya başlamam ile etrafımda uçuşan sivrisinekler sayesinde giyinmem bir oluyor.
Hem soyunmalıyım. Hem de giyinik olup korunmalıyım. Olmuyor!
Etrafımda herkes neredeyse çırıl çıplak. Ama onlar doğuştan sıtmaya karşı bağışıklı. Ben “Hangi sivri sıtma yapar ki?” diye sivrisineklerin gözünün içine bakıp sıtma yapanı ayırmaya çalışıyorum. Bulamıyorum.
“Saçmaladın Hakan!” diyerek hızlıca çantada ki sivrisinek ilacını alıp, bir yandan terden sırılsıklam olmuş kıyafetlerimi çıkartıp soyunmaya başlıyor, bir yandan da ilacı üzerime boca ediyorum. Neyse şimdi terden daha farklı koktuğumdan sivriler yanaşmıyorlar.
Aprondan çıkar çıkmaz beni karşılayan ayakçı ordusunun, benim gibi sırt çantalı bir Zerdüşt gezginden iş çıkmayacağını anlayanları yavaş yavaş yanımdan uzaklaşıyor. Çıkış kapısı önünde el yazısı ile yazılmış bir panoda, Dar Es Selam’ın çeşitli yerlerine kaça gidildiğini gösteren taksi tarifesi gözüme çarpıyor. Pano üzerinde 35$’a havaalanından limana taksi ile gidilebileceğini anlıyorum. Otobüs yok. Dala-Dala’da (dolmuş-minibüs) bu saatte buradan binilecek bir araç değil.
Eşyalarımı yanımdan ayırmadan tuvalete gidiyorum. Bir adam peşimi bırakmıyor. Sivrisineklerle eşdeğer geliyorlar. Adam işini biliyor. Çişi olmasa da varmış gibi bir yandan birlikte pisuara işiyoruz diğer yandan konuşmaya devam ediyoruz. En nihayet adam beni, ben adamı ikna ediyor ve 1 saat sonra, 20 Şiline ( 12 $) limana gitmek üzere anlaşıyoruz. Şoför, başka bir uçak gelmeyeceği, gidecek bir yeri ve yapacak bir işi de olmadığından, 1 saat sonra olsa da para kazanacak olmanın rahatlığı ile bir bankın üzerine uzanıyor.
Apron çevresindeki marketler kapalı. İlk indiğim saatte su bulamam diyerek sırt çantama attığım mataramı çıkarıyorum. Son 1 saatte vücudumdaki tüm deliklerden çıkarak beni terk eden vücut suyumu geri almak için ½ litre suyu içiyorum.
Bu yolculukta hedefim günde en az 3 litre su tüketmek. Bu hem terleyerek vücudumu terk eden su için, hem de sıtmadan korunmak adına aldığım Monodox’un yan tesirlerini yok etmek için. Monodox'u özellikle yutarken en az 2 bardak su eşliğinde içmeliyim. İlacın içindekiler, susuz bir halde içilirken boğazıma takılırsa yemek borusunda tedavisi zor bir hastalığa yol açıyor. Barakadan bozma hastanelerinde, olmayan ilaçlarla, buralarda tedavi olunamayacağını bilmek biraz endişe yaratıyor içimde.
Saat 6’ya doğru, Zenci şoförüm uzandığı banktan gerinerek kalkıyor ve “Hadi, gidelim.” dercesine yanıma geliyor. Gün ağarmak üzere, neyse ki yakasındaki Havaalanı Taksi kimliği biraz olsun içimi rahatlatıyor.
Havaalanı önünden geçen geniş Morogoro Bulvarı üzerinden 13 km uzaklıktaki limana ilerliyoruz. Cadde sakin. Çatıları, paslı teneke ondülinler ile ya da teneke yağı kutuları düzleştirilerek çatı yapılmış tek katlı barakalar önünden geçip gidiyoruz.
Birçoğunun kapıları açık... İçeride bir döşek üzerinde yatanları görebiliyorum. Şimdilik her şey tek katlı. İlerledikçe bir kaç 2 ya da 3 katlı bina ile karşılaşıyoruz. Binalar güzelleşmeye başlıyor. New African Hotel önünden geçerken içindeki casinoyu yönetenlerin Türk olduğunu öğreniyorum. Son yıllarda birçok Türk girişimcinin Tanzanya’ya akın ettiğini duymak hoşuma gidiyor. Özelikle eğitim alanında, geleceğe yönelik yapılan atılımlar bu çevrede bayağı beğeni topladığını taksi şoförümüzün dile getirdiklerinden anlıyorum.
“Ne de olsa hepimiz Müslüman’ız” diyor şoförüm...
Liman çevresindeki ise 5–6 katlı binalar gözüme çarpıyor. Bildik büyük binalar ortasında heybetli bir Lüteryan kilisesi. Kilisenin yanında ise bir Cami...
Dar Es Selam’ın % 90 Müslüman olsa da, 42 milyonluk Tanzanya, % 40 Hıristiyan, % 40 Müslüman ve % 20’de çoğunluğunun Masailerin oluşturduğu, son zamana kadar kendi kabileleri dışında başka bir topluluk ile iletişim kurmamış, totemlere tapan, tabulara inan bir yaşantı sebebiyle dinsiz diye adlandırılan karmaşık bir yapıda. Ama şimdilik Sahra altı (Güney) Afrika havzasında bir birleriyle din adına itişmeden çevresinde ki diğer ülkelere göre en sakin şekilde yaşayan bir topluluk.
Şoför taksiyi, liman kenarına yan yana sıralanmış 10 kadar kulübe önüne park ediyor. Kızıl maskeli adamın söylediği Azam gemisinin bilet gişesi arıyorum ama bulamıyorum.
Her an, her Tanzanyalının, her alışverişimden bir komisyon alacağını bildiğimden ısrarla rezervasyonumun yapıldığı geminin gişesini soruyorum. Biraz önce havaalanında üzerimi çıkarttığımda etrafımda dolanan onlarca sivriden çok daha fazla ayakçı, arabanın etrafını sarmış, benim arabadan inmemi bekliyor.
Adamlar yaslanmaktan nedeyse arabayı devirecekler. Bu misafirperver karşılama karşısında, kapının kilidinin kapalı olup olmadığını göz ucu ile kontrol ediyorum. Neyse ki kilitli...
Şoför, “Oda olur, bu da olur. Her gemi Zanzibar’a gider” deyip beni arabadan, arenada avını bekleyen aç aslanlar gibi ortalarda dolaşan belki de birçoğu HIV virüslü kara derili adamların arasına atmak için can atıyor. Eminim ki daha şimdiden sokaktaki hanutçulardan bir kaçı ile anlaşmış, kendi avından arta kalanı, arabayı sarmış çakallardan beni kapacak olan ile paylaşacaktı. Kendisine verdiğim 12$ yetmediğini düşündüğünden, çakallara verdiği yemeğinden arta kalanına karşılık mutlaka bir başka şey almak için, cin fikirli tavşan Bugs Bunny gibi koltuğuna gerilmiş bir halde arabayı aynı yerde kıpırdatmadan, başka bir gişe önünde tutuyordu.
Daha fazla dayanamayıp kilidi açarak kendimi araba dışına attım. Bambaşka bir adama aradığım gişeyi sorup, gösterdiğe yöne doğru sırt çantamla ilerliyorum. Adam bana gişeyi göstermenin haklı gururu ile peşim sıra gelmeye başladı. Birinin diğerinden daha vahim, her an yıkılacakmış gibi duran gişelerin birinde ufak yazılarla Azam Marine Co Ltd. şirketinin tabelasını (www.azammarine.com) görünce içeri dalıyorum.
Davetsiz misafire hoş geldin diyen gişe görevlisi, bir yandan bana, bir yanda da benim hangi hanutçu tarafımdan içeri itildiğimi anlamak için gerimde duranlara bakınıyor. Zira benden alacağı paradan gerekli komisyon mutlaka beni arkamdan itenlerden birisine verecek.
Kırmızı elbiseli adamın, havaalanında koçar adım giderken elime tutuşturduğu ufacık kâğıdı adama uzattım. Adam bir yandan elimdeki kâğıdın ne olduğunu anlamaya çalışırken, kâğıdın alt köşesindeki 30$ yazan rakamın yanındaki kurukafa mührünü görüce birden irkiliyor.
3 milyonluk Dar Es Selam’dan, bir zamanların Afrika köle ticaretinin merkezi olan Zanzibar’a ölümüne yapılan çilekeş yolculuklar, şimdiler de 1 milyon kişinin yaşadığı turistik bir adaya, yeni ve hızlı feribotlarla yapılan gezi yolculuklarına dönüşmüş. Bu seyahatler genelde biz gezginlere 30$’dan 50$’a kadar (kendilerine 15$) teknesine göre 90 dakikadan 3–4 saat sürecek bir yolculuk eşliğinde yapılabiliniyordu. Ama hangisi olursa olsun, en önemlisi arkadan ittirene verilecek hanutun miktarıydı.
Gişe içindeki adam, eli ile ona verdiğim rezervasyon kâğıdını arkamdakilere, kurukafa mührünü görecekleri şekilde “He is a fried of Mr. Phantom...” diyerek üzgün olduğunu ve kendilerine bir şey veremeyeceğini ima edercesine gösterip önüne döndü ve masa üzerinde ki bilet koçanına adımı yazarak biletimi bana uzatınca bende kâğıtta yazan 30$’ı adama verdim.
Geriye doğru dönüp giderken arkamda ki kalabalık bana başka bakmaya başladı. Hiç biri üzerime saldırmaya cesaret edecek halleri olmadığı gibi her biri, her an her istediğimi yapacak şekilde yarım referans halindeydiler. Birçoğu ellerini apış arası üzerinde birleştirerek nazik bir halde bir kaç kuruş alamayacak olmalarının üzüntüsünü hissettiriyorlardı. Benim kendilerine yaklaştığımı görünce yavaşça kenara çekilip yol açtılar. Adını duydukları anda davranışları değiştiren bu Mr. Phantom'u git gide daha çok merak etmeye başlamıştım. Gişe görevlisi, yolu göstermek için birisini yanıma verdi. Galiba Mr. Phantom’un etkisi bu gezide bana epey eşlik edecekti.
Liman girişinin kapı önü yığınla insan kalabalığı... Bohça içinde eşyalar, kimisinin elinde, kimisinin ise kafasında düşmeden duruyor. Bir birini itenler, birini ezip diğerinin önüne geçmeye çalışan kalabalık arasından ilerlerken gişeden birlikte çıktığımız izcimin parlayan kafasına gözüm takılıyor. Dazlak kafası büyük bir ihtimalle kenarı keskin bir istiridye kabuğu ile kazınmış zenci pigmenin peşi sıra ilerliyorum. Liman girişinin demir parmaklıkları önüne geldiğimizde pigmenin ardında duruyorum.
Adam, kapıdaki görevliye “From Mr. Phantom...” dedi. Kapı görevlisi sabahın 6.30’unda terden sırılsıklam olmuş gömleğine aldırmadan yerinden birden doğrulup, kapıyı açarak beni içeri aldı. Gerimdeki yığınla kalabalık içinde, çocuklarını ezdirmemek için diğerlerini iten analar, bir birini itip o açık kapıdan içeriye girmeye çalışan hamallar, kapının benim arkamdan kapanması ile oldukları yerde kalakaldılar.
Pigme önde, ben arkada yan yana birçok tekne, feribot ve yatın yanaştığı iskele üzerinde ilerliyoruz. Limanda ki en büyük feribot önüne gelince dazlak pigme bana dönerek, “Bu gemi Mister. İçeri geçip istediğiniz yere oturabilirsiniz" dedi gözlerinin içi gülerek.
Artık bir kaç şilini hak etmiş ama Mr. Phantom’dan korkusuna, bahşiş isteyemeyecek kadar ürkek bir halde gözlerini benim gözlerimden kaçırarak yere bakmaya başladı. Bir 1.000 şilini (0, 75$) cebine soktum. Aldığını etrafına hissettirmekten korkarcasına gözleri ile bana bakıp teşekkür eder gibi göz kapaklarını kısıp, koşar adım iskeleden uzaklaştı.
Yöreye özel krem rengi giyinmiş gemi kaptanı “Welcome Mister.” diyerek beni güverte girişinde karşılıyor. Yanımızda ki diğer teknelerden en az 2 kat büyük feribotun etrafı açık üst güvertesine çıkıyorum. Liman çevresi pırıl pırıl. Birçok büyük gemi, bir kaç kocaman yelkenli, liman çevresinde, masmavi suların üzerinde yük boşaltma sıralarının gelmesini bekliyor.
Güneş, sabahın 7’si olmasına rağmen etkisini göstermeye başlamış, hava sıcaklığı şimdiden 26°C’ye ulaşmıştı.
Güvertede, rüzgârdan salınan güneşliklerin altında kendime bir yer seçiyorum. Şimdilik büyük bir koydayız. Coğrafi olarak hem derin hem de sakin büyük bir koy olan Dar Es Salam körfezinin doğal liman özelliği buranın neden Başkent olduğunu gözler önüne seriyordu. Uzaklar, buradan dahi anlaşılan yüksek dalgalı lacivert Hint Okyanusu. Ve daha uzaklarda bir zamanların köle ticareti yapıldığı Zanzibar adası ve yanındaki Pembe ada.
Gemimiz tam zamanında, dolmayı bekleyen diğer tekne ve feribotlara dalgalarını fışkırtarak hareket ediyor.
Limana hâkim yüksek katlı bir kaç otel ve yeni devlet binaları, güvenliğin ve ihtişamın göstergesi bankalar ve uzaklardan gemi ile gelenleri görkemliği ile etkilesin diye pırıl pırıl parlayan Lüteryen kilisesini geride bırakıp Dar Es Selam’ın yan mahallelerini seyrederek koydan çıkıyoruz.
Tüm gece, tek yelkenli teknelerinde olta balıkçılığı yaparak avladıkları balıkları, denize sarkıttıkları teneke kutularda ya da delikli kafeslerde yakaladıkları yengeç, ahtapot ve kızıl ıstakozları sabahın köründe getirdikleri balık pazarının kalabalık ve gürültülü halini seyrederek, koydan çıkıyor, Dar Es Selam’a el sallayarak Zanzibar’a kadar 90 dakika sürecek yolculuğumuzu geçireceğimiz dalgalı lacivert Hint okyanusuna açılıyoruz.
Şubat 2011