Agadir

Fas'ın Kemer'i Agadir'de tatil
Bayram’da Türkiye’deki tatil yerlerinin fiyatları biraz fazla artınca, bizde elimizdeki milleri kullanarak “Dünyanın sonu” diye bilinen Mahrip’e doğru uçmaya karar verdik. Galiba yıllar ilerledikçe maceraperest (Sırt çantalı, uyku tulumlu) yolculuklar yerlerini ara sıra da olsa daha düzenli
ve başı sonu belli tatillere bırakıyordu. Gençlik yıllarımda heyecanlı bir yolculukla, Tanger’den başlayıp Marakeş’de sonlanan yolculuğumda baştan sona geçtiğim Fas’ta, o zamanlar tercih etmediğim ama merak ettiğim, bizim Kemer gibi bir sahil beldesi olan Agadir’de birkaç günü Fransızlar gibi keyif yaparak geçirecektik. Ardında da içimdeki salaş gezgin ruhumu tam atamadığımdan bir araç kiralayıp, Atlas dağlarını aşıp Marakeş’e ve oradan da Casablanca’ya dönecektik.


THY’nın İstanbul-Casablanca uçuşumuza ek olarak, internet üzerinden, Fas havayollarından uygun fiyata Casablanca-Agadir bileti aldığımızdan, önceleri araba ile gitmeyi planladığımız dar ve inişli çıkışlı ve bol virajlı 5 saat sürecek yolculuğumuzu, kurak Atlas dağlarının, Atlas Okyanusuna uzanan zirveleri üzerinden 40 dakika da geçerek gerçekleştiriyoruz. Casablanca havaalanında, İklim son 4 saattir bir oyun oynayamadığından gördüğü oyun odasına aniden dalıp Faslı çocuklara özenerek çoraplarını fora edince ve biz çıkartma dediğimizde diğer çocukları gösterip “Ama onlar çıkarmış ya” diye bize fırça attığından, 2 uçuş arasında beklemekten pek de canımız sıkılmamıştı.

Fransızların yüz yıllardır çaktırmadan sömürdükleri Fas’ta herkes Fransızca konuşabiliyordu. Esra, bir Arap’la aç kalmayacak kadar Fransızca konuşmayı becerebildiğinden, İklim’in de şimdilik daha dil derdi olmadığından, ben de çenebazların kullandığı Fransızca ile buralarda daha ucuza ve daha ehlikeyif bir tatil yapacağımızı bildiğimden, Agadir havaalanında ki araç kiralama standına yürüyoruz. Fas, Avrupa’nın, özellikle Fransızların terbiyesini almış bir ülke. Ancak Arap keşmekeşliğini tam terk edemediklerinden daha aprondan çıkarken iç hat uçmamıza rağmen, Avrupa’dan Agadir’e direkt gelen dış hat yolcularıyla karışıyoruz. Bu karışıklığa sebep olan birkaç görevli, binlerce defa bizim uçağın tüm yolcularından özür dileyerek, bizleri tekrar iç hat kapısını yönlendirdiler. Kendimizi, Türkiye’de bir tatil köyünde yerli turist olarak 2.sınıf vatandaş gibi aşağılanarak bir tatil yapmaktansa, bir başka ülkede 1.sınıf bir karşılama ile başlamak bile içimizi biraz olsun rahatlatmıştı. Araç kiralama şirketleri (Avis, Europcar, Six, vs.) tanıdık olsa da başlarına fes geçirmiş, beyaz önlüklü, kara gözlü kıvırcık siyah saclı Faslı gençler bizi heyecanla stantlarına çağırıyorlardı. Sanki pazarda domates satar gibi araba kiralatmaya çalışan bu gençlerden birisini gözümüzü kestirip yanına yanaşıyoruz.

Fas’ta her alışverişin, ilk söylenen fiyatın yarısının da yarısına yapılabileceğini bildiğimden biraz temkinli yaklaşıyorum pazarlığa. Ama araç kiralama fiyatlarının bildiğimiz fiyatlara yakın olması, buraya gelen Fransızların bu adamları bu konuda eğitmiş olduklarını gösteriyordu. Kimseye kazık atamayacaklarını bildiklerinden gayet uygun fiyata araba kiralayabiliyoruz. Arabamızı Agadir’den alıp Marakeş’e kadar bir dağ yolculuğu da yapmayı planladığımızdan Jeep kiralayacak paramızda olmadığı için Fas yollarına dayanabilecek altı yüksek bir araba olarak Dacia-Logan’ı seçiyorum.

Tatlı birkaç kısa pazarlıktan sonra arabamız ile şehre doğru gitmek isteyince Fas’ın ilk cin fikirli Berberileri ile karşılaşıyoruz. Arabamızı, havaalanı parkına park ettiklerini ve 10 € park parası vermemiz gerektiğini dile getirip, istersek (!) arabayı kendileri daha uygun bir fiyata, park görevlisine birkaç kuruş vererek getirebileceklerini söylüyorlar. Sistem dışı para kazanabilecekleri kaç nokta varsa o noktalardan saldırıp bizi yolmak için uğraşacaklarını bildiğimden sadece gülümsüyorum. “Tamam” deyip 5 €’ya anlaşıyoruz. 5 dakika sonra bizimle 1 hafta boyunca beraber olacak yeşil Dacia’mız kapıya getiriliyor. Bin bir teşekkür eşliğinde valizlerimiz arabaya yükleyerek bize Agadir yolunu tarif eden kiralama şirketinin görevlileri, aldıkları 5 €’un keyfiyle gülerek gözden kayboluyorlar.

Buralarda da Ramazan Bayramı olsa da bu bölgede pek Faslı göremeyeceğimizi daha şehre girişte, Fas’ın Fransız sömürgeciliğinden kurtulduğu gün olan “20 Ağustos” adı verilmiş bomboş ana caddesinden ilerlerken anlıyoruz.

Gidenler bilir, Antalya’nın Kemer’i, Tunus’un Hammamet’i ne kadar yapaysa, Fas’ın Agadir’i de o kadar yapay ama tatil köyünde dinlence isteyenlere kendini sevdirecek kadar da aynı diğer yerlerde olduğu gibi sakin ve sıcak bir tatil mekânı. Kasım ayında olduğumuzdan Türkiye’de her yer yağmur altın da olsa da, Kanarya Adaları karşısındaki, Atlas Okyanusunun her dönem ve hiç durmadan esen serin rüzgârlarını alan bu Agadir sahilleri, bizler için yeterince sıcaktı. Buralarda Ramazan Bayramı Türkiye’den 1 gün sonra başladığından şimdilik herkes oruçlu ve sokaklarda sakin. Arap ülkelerinin sıcaklıkları, halkın sokağa çıkma alışkanlıklarını geceye kaydırmış durumda. Akşam ışıl ışıl olacak sokakları şimdiden merakla bekleyerek otel kaydımızı yaptırıyoruz.

Havaalanında yaşadığımız incelik ve misafirperverlik buralarda artık en üst noktaya çıkıyor. Koca göbekli ve koca kalçalı, başında kırmızı fesi, ayaklarında beyaz boncuk ve sarı sim işlemeli terliği ile boydan boya işlemeli beyaz bir cellabi (Etek elbise) giymiş palabıyıklı bir otel görevlisi kendisine ve vücuduna yakışmayacak bir incelikte eğilip, aynı incelikte bir tiz ses ile Arapça aksanını kullanarak “boncur! bieen veni” diyor (-bonjur biyen vönü- şeklinde telaffuz edilir)

Agadir sahiline yerleşmiş onlarca tatil köyüne bakınınca yıllar önce kurulmuş ama bugün biraz eskimiş olduklarını ve çok da yenilenmeye niyetleri olmadıklarını anlıyoruz. Hele hele son zamanlarda Antalya sahillerine yapılan her şey dahil Kremlin Palace tarzı ya da Las Vegas’da gördüğüm kumar ve eğlence merkezi Excalibur otelleri ile hiç kıyaslamamak gerekiyor. Ama bizim amacımız biraz değişik bir mekânda, farklı toplumların yaşantılarını hissederek bir gezi yapmak olunca zaten Kemer de bize fazla geldiğinden, burada kendimizi daha da mutlu olduğumuzu hissediyorum.

Gece Agadir sokaklarında bir “parade”(sokakta yürüyüşü) ile karşılaşıyoruz. Fas’ın güney ve kuzey sahillerinin kültürünü ve dağdaki kökenleri Gürcistan’a dayandığı iddia edilen Berberiler ile çöldeki Arap asıllı Faslıların yaşantılarından kesitler sunan 1 saatlik bir sokak gösterilerini, kulaklarımızı çınlatan can ve davul sesleri eşliğinde izliyoruz. Gece rüyalarımıza girecek Ali Baba ve 40 haramilerden mi, yoksa çöl saraylarını süsleyen bir birinden güzel ceylan gözlü, kalın kaşlı tombul kalçalı iri göğüslü Arap güzellerin doldurduğu arabaların develerini dürten hadım harem ağalarından mı korkacağımızı bilemiyoruz. “Parade” sonunda, gece olunca otellerde çalışmayan yüzlerce Faslı genç ve fazla sayıda olmasa da birçok Faslı aileler ile bu sonbaharda buralara düşmüş bizim gibi birkaç turist, sahile yapılmış yürüyüş yollarında dolaşıyoruz. Faslı ailelerde çocuklarına dondurma alarak ya da bir kukla gösterisi izleyerek ya da bir köşeye kurulmuş salıncaklarda çocuklarının sallayarak gece eğlenceleri yerine getiriyorlardı.

Agadir’in sahil kesimiyle arka da kalan halkın yaşadığı kesim arasında bir uçurum olduğunu 2.gün, Agadir’in pazarı olduğunu öğrendiğimizde, şehre dalıp sokaklarında kaybolduğumuzda anlayabildik. Diğer Fas şehirlerine göre pek otantik olmayan, gelişmişliği içine sindiremeden hızlı büyümüş, yolları delik deşik ve pazar alanı bir gece önce yağan sağanak yağmurdan dolayı çamur içinde kalmış bir Agadir ile karşılaşıyoruz. Her kavşakta kolları beyaz kolalı kollukları ile arabaları yönlendiren beyaz eldivenli, geniş beyaz kasketli trafik polisleri, trafiği neredeyse daha fazla karıştırdıklarından arka sokaklarda adım adıma giderek birkaç tur atıp tekrar otelimize geri dönüyoruz.

Agadir’in arka sokaklarında, fakirliğin zenginlikle bu kadar yayana olması biraz içimizi burkmuştu. Ancak esas acı olan kendi örf ve adetlerini kaybederek, yarı zenginliğin elde edilmesine karşılık Fas halkının yaşadığı şehirde yaratılmış olan çarpıklık ve düzensizlikti Bu bizi daha da hüzünlendiriyordu.

Agadir eskiden sahili kartal yuvası gibi yukarıdan gören bir tepe üzerine kuruluymuş. 1960 yılında gecenin bir yarısında aniden gelen bir deprem ile 12.000 kişi gözlerini açamadan derme çatma taş evlerin altından hayatını kaybetmiş. Depremin acısını unutmamak için olsa gerek, bugün bir gezi planı eşliğinde turistleri oraya yönlendiriyorlar. Deprem sonrası sahile kurulan otelleri ve yolları gördüğümüzde ise hiç de Fas’a yakışmayan ama teknolojinin son bilgilerinin kullanıldığı sevimsiz beton oteller ve dev eğlence mekânları ile karşılaşıyoruz.

3. gün İklim biraz ateşlenince heyecanlanıp buralarda ne buluruz diye meraklanmaya başlamıştık ki ilk gördüğümüz eczaneye dalarak derdimizi anlattığımızda tüm ilaçların Belçika Sağlık Bakanlığının onayından geçen ya Fransa ya da Belçika’da üretilen (ya da oralarda satılmasına izin verilen) ilaçların satıldığı bir Fas Sağlık Sistemi olduğunu öğrendik. İçimiz rahat birkaç ilaç alıp, İklim’e hem ateş düşürücü verdik, hem de vitamin ile takviye yaptık. Neyse ki ateş sadece anlık bir yorgunluk sonucu olduğunu ertesi gün İklim’de bir şey olmayınca anlayıp, tatilimize içimiz daha rahat devam ettik.

3 gün boyunca bir tatil köyünde ne yapılabilinirse onu yaparak, yani sabah düzenli bir saatte kalkıp, açık büfe kahvaltında ne bulduysak yiyerek, neyse ki havuzu sevmediğimizden şezlong kapma yarışına girmeyerek, çok geniş bir sahili olan Agadir sahilinde Atlas Okyanusunda yaşanan med-cezir (gelgit) eşliğinde denize girerek, öğleden sonra güzel bir uyku çekip akşamüzeri Faslıların olmadığı sokaklarda alışveriş mağazalarına bakınarak, gece mum ışığı eşliğinde Fas şarapları ile güzel akşam yemekleri yiyerek geçiriyoruz.

Bu geziden bize kalan avantaj ise artık İklim’e daha az yemek yedirmemizdi. İklim, etrafta gördüğünü yapmaya çalışan bastı bacak hali ile elinde zor taşıdığı kendi boyutuna göre büyük olan tatlı tabağına artık kendi başına uzun açık büfe masalardan yemek seçmeye başlamıştı. Çoğunluğu sosis ya da köfte, makarna, pirinç olsa da Fas’ın en temel besini sayılan portakallardan sıkılmış taze portakal sularından bol bol içerek güne başlıyordu.

Mavi cellabim ile ben her duruma uyum sağlayabilecek bir haldeydim. İklim’e de bir cellabi almış, onu da bu yöresel kıyafetleri deneme oyuna ortak etmiştim. Ancak Esra’yı bugüne kadar Afrika ülkelerine yaptığımız hiçbir gezide cellabi giymeye ikna edemediğimden, bizim yanımızda sarışın bir Avrupalı gibi sırıtıyordu. Sokaklarda dolaşırken, beni, Fransız bir kadınla evlinmiş kendini Fransa’ya atmış bir Faslı göçmen olduğuma zanneden satıcılar, önce Farsça başladıkları muhabbete, anlamadığımı görünce şaşırıyorlar ardında da bana kendi dilini unutmuş ukala Farslı göçmen muamelesi yapıyorlardı. Durumu kavradıklarında ise Fransızca devam ederek karşılıklı takılmalarla sohbet ederek birkaç gün geçirdiğimiz Agadir’de artık içim içime sığmıyordu.

Bir an önce 10 sene önce gidemediğim günün her anında faklı bir renge bürünen dağ yamacına kurulmuş Quarzazate’nin kızıl kum evlerini görmek istiyor oradan da Fas’ta ikisini daha önceki gelişimde geçtiğimden, Fas’ta mutlaka geçilmesi gereken 3 yoldan biri olan Tizi-n-Tichka geçidinden gerçek Marakeş’e gitme günümün gelmesini bekliyorum.

Kasım 2008