Tanger

Hayaller ile gerçeklerin karıştığı şehir Tanger
Her türlü mücadelemin sonunda tam da rahat edeceğim derken ya bir duvara çarpmaktan ya da çıktığım yokuştan aşağıya düşmekten bıkmıştım ya, şimdi yine tam geldim
diye sevinirken son basamağa takılıp, sendeleyerek kapıdan içeriye giriyorum.

Girişin biraz ilerisinde, eski bir masanın bir köşesinde yörede sıkça bulunan zeytin ağaçlarının kökünden oyularak yapılmış bir enfiye kutusu ile üzerinde hayatın tekrar döngüsünü hatırlatan on iki burcun işlendiği, avucumuzla vurunca çalacak olan zil çanağı, ufak bir örümcek ağına ev sahipliği yapıyordu.

Suratımdan bir kaç damla ter yere damlayınca gözüm, önümde duran kilime kayıyor. Masa ile kapı arasına serilmiş keçi kılından yapılmış bu yer kilimi üzerine, şehrin sırtını dayadığı dağlarında yaşayan iki kadının, kendilerinden uzakta coşkulu akan şelalenin bembeyaz sularının durgunlaşıp, kil kırmızısı olduğu bir kıyısında, bir kaya üzerine yaydıkları çamaşırlarını tokmaklarken ki görüntüleri işlenmişti. Kilimin renkleri canlı ancak çoğunluğu kahverengi, nefti ve vişneçürüğün de olup gecenin karanlığı ile uyumluydu.

İçeri girerken kilime basmaya kıyamıyor, kenarından geçerken duvara sürtünüyorum. Sürtünmemin etkisi ile sırt çantamın kenarı kirli sarıya boyanıyor ve yere bir kaç parça duvar sıvası düşürüyor. Yere düşen kumu bol sıvalar, yer döşemesi ile duvar arasına çakılmış mavi tahta süpürgeliklerin üzerinde dolanan bir hamamböceğini korkutuyor ve böcek, tahtakurularının açtığı bir kaç delikten hangisini seçmeliyim diye, vücudu ve kafası bir bütün olduğundan, kendisini bir sağa, bir sola çevirtip aceleyle birisinde karar kılıyor ve hızlıca yuvasına dalıyor.

Böcek benim için bu yaşamda endişe duyacağım bir canlı değildi de, ölünce mezarımda beni yaşam döngüsüne dâhil edecek, toprağa karışmama yardımcı olacak öbür dünyada ki ilk paydaşım, ilk arkadaşım olacaktı.  Geleceğe dair bir dost ile şimdilerde karşılaşınca, bu yaşamda edindiğim öğretiler nedeniyle biraz irkiliyorum.

Kilimi geçer geçmez geniş bir adım atarak sola yöneliyor ve yere baktığımdan göremediğim iki metrelik bir kafesin boyaları dökülmüş direğine çarpıyorum. Sarsıntının etkisiyle, gecenin bu saatinde uyuklamak da olan, duvarda ki apliklerinin otuz mumluk ampullerinden çıkan cılız ışıkta kendisini karalara büründürmüş büyük bir iguanayı uyandırıyorum. İguananın kafesinin önünde tahta bir plaka üzerine K-A-H-I-L harfleri kazınmıştı. Ben, bu yolculukta kendime bir paydaş ararken, karşıma çıkan yabani bir iguanaya, arkadaş, sevgili anlamında bir isim takmaları garibime gidiyor. Uzun kuyruklu Kâhil, siyah gözlerini açıp kafasını bana doğru çeviriyor. Sonra dilini havada uçuşan sivrisineklerden birisini kapmak için ileri doğru uzatıp sonra tekrar içeriye sokuyor.

Kâhil pek korkmuş gibi değildi de, duvar sıvaların yere düşmesiyle çıkan gürültülere, ben çarpınca hareketlenen kafesin üçayağının yerde, siyah beyaz çinili veranda da çıkardığı tıngırtılar da eklenince, odada yankılanan sesler, ayaklarını masaya yaslamış adamın omzunda uyuklamakta olan kırmızı gagalı gri bir papağını telaşlandırmaya yetmişti.

Adam ise elleriyle pompalı bir inhaleyi sıkı sıkıya kavramıştı. Masanın ortasında yeşil bir cam şişe içindeki su, gecenin bu saatinde dahi bunaltıcı olan havada buharlaşmış, neredeyse bitmişti.

Kuş birden adamın omzundan masaya zıplıyor. Ben içimden telaşlanıyorum ama göğsünün seyrek kıllarını ve kocaman göbeğini açıkta bırakan, yıkanmaktan ufalmış atletinin üzerine geçirdiği gömleği de iliklenmediğinden, tahta kollu sandalyede baygın halde yatan adamı uyandırmaya yetmiyor.

Sessizlik içinde duyduğum bir uğultu kendimi toparlamama yardım ediyor. Kafamı, bakmakta olduğum noktadan uzaklaştırınca gözüm tavanda sallanan tabelaya takılıyor.  Aynı anda karşı duvarda yarım bir dünya haritası gözüme çarpıyor. Amerika kıtası ya çizilmemiş ya da harita, duvar dar olduğundan sığmayacağı için ortadan kesilerek yarısı asılmış.

Hangisinin doğru olduğunu anlamak, haritaya daha yakından bakmak adına kafamı ileriye, uyuklayan adama doğru uzatıyorum.

Enseme bir serinlik geliyor. Kafamı sağa çeviriyorum. Kapısı açık kapkaranlık bir oda içerisinden gelen esinti hem tabelayı hem de papağanın tüylerini hareketlendirse de odada kendi başına dönen tavan pervanesinin çıkarttığı uğultuya ne papağan, ne Kâhil, ne de adam aldırıyor.

----- / -----

Tepeye kadar zor çıkmıştım. Saymadım ama galiba yüzün üzerinde basamağı çıkarak gecenin bu saatinde girdiğim bu giriş tahminlerime uyuyordu da alışkanlıklarıma çok uzaktı. Daha aşağıda, limanda gemiden inerken uzaktan gördüğüm, dik kayalar üzerine inşa edilmiş, güneşin deniz üzerinde batışının seyredilebildiği, geniş teraslı üç katlı yapı daha önce ilgimi çekmişti de, buraya geleceğimi ummamıştım.

Bir arı yuvasının önü gibi giren çıkanın belli olmadığı liman girişi tam bir keşmekeşlik içindeydi. Gemiden inenleri kapmaya çalışan taksi şoförleri ile bir şeyler satmak için ellerindeki poşetleri neredeyse yolcuların ağzına sokmaya çalışan sokak satıcıları arasından zorla geçmiştim. Etrafta, yerlere atılmış çöplerden yayılan kokuların azlığına ve çöpleri karıştıran köpeklerin cılızlığına bakılırsa burada yaşayanların artıklarından beslenilecek pek yemek de çıkmıyordu.

Limandaki gümrük polisi, ileride karanlıklar içinde pis görünen Medine’nin en dış duvarının iç kısmından yukarı doğru yürümemi, sonra da karşıma çıkan merdivenlerden en tepeye kadar çıkmamı söylemişti. Terler içinde tepeye vardığımda, denizin iyot kokusuna karışan kuzey rüzgârları da içimi titretince hızlı adımlarla Abdullah'ın işlettiği otelin verandasına girmiş ve tekrarla dolu hayatımda ilk defa yabani bir iguananın da beslenebileceğini görmüş, farklı coğrafyada olmanın mutluluğunu yaşamıştım.

Abdullah'ı tanımıyordum ama yer ayırtmak için telefonla aradığımda, öksürmüş ve tıslayarak bir şeyleri üfürdüğünü duymuştum. Biraz önce gözüme çarpan nefes açma aletini elinde tuttuğuna göre, soluk alıp vermenin zor olduğu bu coğrafyada uyuklayan herhalde oydu. Gözüm tekrar sallanan tabelaya kayıyor. Yeşil bir boya ile boyanmış tabela üzerine siyah ince bir fırça ile hattat zarifliğinde "Fin du monde" yazıyordu.

Adamın bu haline özeniyorum. Benim de çok uykum var ve bir an önce bir oda seçip, yatıp uyumak istiyorum. Ancak Jane arkamdan dürtünce birden bu yolculukta yalnız olmadığımı hatırlıyorum. Onu unuttuğuma canım sıkılıyor. Bu yolculuk, hatalarımdan ders alıp, özlemlerimi arzularımla kesiştirebilecek mi diye düşünürken adının sonradan Perioquet olduğunu öğrendiğim papağan, var gücü ile "Benvönü! Benvönü!" diye bağırıyor.

Gürültüye uyanan Abdullah, yarı açık gözleri ile gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyor.  Buraya ayak basar basmaz tanıştığım Perioquet'nin, Kâhil ‘in, Abdullah'ın şehri, benim için birçok konuda bir ilkti.

Bugüne kadar tek düze hayat yaşadığım kıtamdan,  gizemli Afrika kıtasına ayak bastığım ilk şehir ve daha iki gün önce Sevgilim Jane'den ayrılıp kendi başıma kaldığımda onu özlediğimi fark edince, birisiyle yani onunla hayatın tekrarlarını yaşamaya karar verdiğim ilk gezimdi.

Ancak, gemiden indiğimden beri yalnız yaşadığım anları hatırlayınca hem biraz utanıyorum hem de biraz kendime kızıyordum. Onu gene unutmuş yoldaki yaşamda kendi başıma dolaşmıştım. Güneşe doğru çıktığım bu yolculukta bugüne kadar birbirine benzer devinimler ile dolu hayatımda, her seferinde baştan başlayan tekil ilişkilerden yorulmuştum. Her şeye rağmen kalıcı bir beraberliği özleyen beynim ile kendi başını alıp giden ruhumu kontrol edemiyor, aynı vücut içinde yan yana tutmakta zorlanıyordum.

Abdullah, yarı uykulu halde doğruluyor ve 102 numaralı odanın anahtarını, kayalara oyulmuş güvercin yuvalara benzer, ince el işçiliği ile yapılmış göz, göz ufak bölmeleri olan tahta bir kafesten alıp benim yerime Jane'e uzatıyor.

“Madam, odanız bu katta, sağdaki oda... Giriş işlemlerini yarın yaparız”, deyip uykuya kaldığı yerden devam etmek için tekrar sandalyede kaykılıyor.

Biraz önce gözüme çarpan, tavan pervanesinin dönüp durduğu karanlık boş odaya yöneliyoruz.

Art arda karşıma çıkan döngüler karşısında bazen irkiliyorum.  Sıcak ve bunaltıcı hava, odanın karanlığı ile birleşip vücudumu kaplıyor ve o girişte gördüğüm böceğe özenircesine, geçmişte öğretilerle edindiğim korkularım, derimin gözeneklerinden yavaş yavaş vücuduma giriyor. Üstü kavisli bir duvar rafına konmuş bir yağdanlıktan çıkan alev, odada ki eşyaların karaltılarını görmeme yardımcı oluyor. Ortalığa yaydığı is kokusu ise açık pencerenin önünde salınan bir tül perdenin gözeneklerinden geçip, terasta kayboluyor. Bu, gerisi karanlık ilerisi aydınlık ahşap oda içinde yolumu bulmak istiyorum.  Bugün batmış olsa da dün çıktığından,  yarın çıkacağını umduğum güneşin ardından kararmış olan dünyayı aydınlatan dolunayın, okyanus üzerine yaydığı parlaklığa bakarak yatıyoruz. Ancak, buraya gelirken yaptığım kabalığa karşı, Jane’e sarılmaya içten içe istesem de yapamıyorum. Kendimi cezalandırıp, tek başıma uykuya dalıyorum.

Gecenin bir yarısında kendime verdiğim cezanın bittiğine kanaat getirip, kolumu üzerine atmaya cesaret ediyorum. Jane, sanki son üç gündür hiç bir olumsuzluk yaşamamışız gibi afra tafra etmeden beni kabul ediyor.

O anda gökyüzünde bir yıldız kayıp, dolunayın ışığında yok olup gidiyor. Aynı anda Jane, beni sarmaladığında içimi tekrar bir huzur kaplıyor. Kayıp giden yıldızın yerine, yeni bir yıldız doğuyor.

Hayatımda ilk defa, tekrarlardan endişe duymadan, Colomb gemileri ile Sevilla'dan yola çıkasıya kadar Arapların eski dünya üzerinde gidebildiği en son nokta olduğundan, "batıda ki en uzak yer" anlamında  "Maghreb al-Aksa" dedikleri, Latin dillerine ise İspanyolların Emevilerden duydularsa da bu Arap ismini söyleyemediklerinden önce "Mahrak", sonra da "Maroc, Marocco, Maroqua" olarak değiştirdikleri, bizlerin aynı yörede ki Fez şehrinden gelenleri kafasında ki kırmızı şapkaya "Fes", oradan gelenlerin ülkesine de "Fas" dediğimiz, farklı insanların farklı isimler verdiği bu topraklarda, Tanger'in eski Medine’sinin bir otelinde, Atlas dağlarının zirvelerini yalayıp kendi adını paylaştığı Atlas Okyanusuna düşen güneşin ilk ışıkları odamızı aydınlatıncaya kadar, geleceğimizi birlikte yaşamak adına birbirimizin içinde uykuya dalıyoruz.

----- / -----

Yaşantım genelde sorunsuz geçmiş, bugüne kadar dünyada var olduğunu duyduğum sıkıntıları pek yaşamamıştım. Çocukluğumda yemeklerimizi ailemle birlikte, günlük yaşananları ve çevremizde olan olayların sohbetini yaparak geçirirdik. Birçok zamanda, büyüklerimin çocukluk döneminde yaşadıkları, hani bir zeytini bir dilim ekmeğe katık ettikleri savaş koşullarını ya da karne ile alınan şeker ile undan yapılan tatlılar yenirken yaşanan anıları konuşurduk.

Günümüzde böyle değildik de, o zaman diliminde yaşayan dedelerimin acılarını şimdi benim çekmiyor olmama hep içten içe, acaba üzülmeli miyim,  diye düşünür, onları anlayamamış, onlar gibi büyümemiş olmama canım sıkılır, sanki onların devamı olmadığımı hissetmeme neden olurdu.

Gelişmişlik düzlemimde yaşadığımız çağda, tekil bir birey olarak kendi başıma durduğum ayaklarımın üzerinde yalnızlık çekiyor, bir paydaşlık içinde olamamamın, geçmişimde ortak özellikleri olan bir gruba ait olduğumu hissetmememin sıkıntısını yaşıyordum.

Son bir haftadır Barcelona'dan başlayan ve Endülüs’te devam eden gezimde,  köklerimin yaşadıklarına yakın duygu yüklü yaşam tarzlarının içinde oldukça daha mutlu olmuştum. Ancak oraları hala tekil yaşamların merkezi olan Avrupa şehirleri olduğundan, bu duyguları ve coşkuyu ancak benim çekip çıkarmamla hissedebilmiştim.

Oysa şimdi burada, Tanger'de, daha ilk andan itibaren, yaşam içindeki duygu kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Sanki hayatım az biraz zorluklarla dolu olduğunda, bir şeyler adına çaba harcayıp yorulduğumda, bana, ruhuma ait olan duygularım ve benliğim daha saf ve kolay bir şekilde ortaya çıkıyordu.

Güneşin Atlas okyanusundan yansıyıp odayı aydınlatmaya başlaması ile içerisinin sımsıcak olması bir kaç onlu dakika sürmüştü. Terlemem artıyor ve her tarafımdan sular fışkırıyor. Belki hava alırım diye dışarıya, terasa çıkıp okyanusu seyretmek istiyorum.  Kalkamıyorum! Uyanığım ama kımıldayamıyorum. Jane'nin ne halde olduğunu anlamak için onu dürtmek istediğimde birden kendimi dürttüğümü hissediyorum. Aldırmıyorum...

Jane, yatak üzerine geçirilmiş cibinliğe takılmadan sağa dönüyor ve gözlerini açıyor. Birden benim de dünyam aydınlanıyor. Gözüme çarpan güneş ışınlarından rahatsız oluyorum. O anda Jane gözlerini kapatıyor. Sonra bir kaç kez ovuşturuyor. Cibinliği açıp uçları havaya kalkık terliklerini giyiyor. Ayağım ısınıyor birden…

Güneş buralarda doğduğu andan itibaren kavurucu bir hal aldığından, Jane kalkar kalkmaz üzerindeki saten pijama ile terasa çıkmak için balkon kapısını açıyor. Yüzünü yalayan okyanus rüzgârları içimi titretince ben içeri girmek istiyorum. Kımıldayamıyordum. Oysa rüzgâr hala beni titretiyor. Jane terasa çıkıp ellerini balkonun tırabzanlarına tutunca, güneş altında ısınmış olan taş korkuluk benim de içimi ısıtıyor.

Dönüp Jane'e bakmak istiyorum. Ama dönemiyor, hala denize bakıyor, aşağıdan gelen yosun ve iyot kokularını istemsizce içime sokuyorum. Birden korkuya kapılıyorum. Son dakikalarda yaşadıklarımı tekrar düşününce ürperiyorum. Kımıldayamıyor, dönemiyor, yürüyemiyor, istediklerimi yapamıyordum. Ne hissediyorsam o hissettiklerimi ancak Jane bir şey yapınca hissedebiliyorum.

Arkamdan kapının tokmak sesi duyuluyor. Oda kapısı çalınınca Jane hızlı adımlarla içeri girip kapıyı açıyor. Abdullah elinde bir kahvaltı arabasıyla odadan içeri girip, “Boncur Madam! İyi uyudunuz mu?”  diye sorunca kızıyorum. Beni, benliğimi fark etmeden sadece Jane ile selamlaşması hoşuma gitmiyor. Kendimi arayıp bulmak için etrafımda dönmek istiyorum. Jane kapıyı açmadan önce üzerine geçirdiği sabahlığı ile mutluluğunu göstermek istercesine bir Mevlevi edasıyla kendi etrafında dönüyor ve Abdullah’a gülümseyerek, “Harika bir pazar sabahı Abdullah. Her şey için teşekkür ederim, otelin çok güzel bir yerdeymiş.” deyip omzuna bir dostun samimiliğinde vurup, cebine bir elli frank bahşiş koyuyor. Abdullah bir kaç kez eğilip kalkarak geri geri odadan çıkıyor, kapıyı suratıma kapatıyor.

Çöküp kalıyorum...

Galiba ben artık Jane içinde yaşıyorum.

----- / -----

Abdullah’ın ardından, Jane mırıldanarak "Merak ediyorum sizleri..." demesiyle irkiliyorum. Galiba kendi kendine konuşmuş, ben de onu duyabilmiştim. Yolculuk yorgunluğundan olsa gerek, yavaşça duvara yaslanıyor ve bunalmışçasına elleriyle yüzünü sıvazlıyor sonra bezgin bir halde kollarını yana düşürüyor.

Şaşkınlığımı atamamıştım ki,  Jane, ahşap işlemeli yüksek tavana bakarken kendini daha fazla tutamayıp, duvara dönüp ağlamaya başlıyor. Göz damlalarıyla ıslanan ellerine, duvarın kireç tozları yapışıyor. Kısa bir süre sonra doğrulup, gözünden süzülen yaşları parmakları ile ovuşturunca eli yapış yapış oluyor.

Kapının diğer tarafa ki duvarında üç fotoğraf gözüne çarpıyor. Çerçevelerin hepsi tek sıra halinde aynı hizada asılmış ama her biri, yanındakinden bir boy küçüktü. Fotoğrafların altıda tek bir ağaç gövdesinden, bir biri içinden geçen halkalarla örülmüş gibi işlenerek yapılmış, üçayaklı bir zigon sehpa;  sehpanın üzerinde fotoğraflardaki üç yazarın birer kitabı, James Carlos’un “Red grass river'ı", Elias Canetti’nin “The Die Stimmen von Marrakesch-Marakeş’te sesler'i", Özcan Yurdalan’ın “Fas’ta Yolculuk” adlı eserleri yan yana, herhalde gelenler okusun diye konmuştu.

Jane, önce parmaklarını kitapların üzerlerinde gezdiriyor. Sonra üçünü birden alıp kokluyor ve hamur kâğıdın kokusunu içine çekiyor.  Yatağa yatıyor ve her birinin sayfalarını karışık halde öylesine çeviriyor, her birinden canı istediği paragrafları ardı ardına okuyor.

Gözleri hala dolu doluydu. Acaba beni mi özlüyor diye düşünüyorum. Seviniyorum birden. "Hey Jane ben buradayım. Ben seninleyim." diye sesleniyorum. Hareketlerinde bir değişiklik olmuyor. Bir kere daha tekrar ediyorum. Gene bir değişiklik olmayınca var gücümle bağırıyorum. “Hey Janeee! Burada senin içindeyim.” diyorum ama duymuyor. Beni fark etmiyor…

Sıcak havada üzerine aldığı tül bir fuları, başını kapatmadan boynunda bir çevirip omuzlarını kapatacak şekilde örtüyor ve odadan çıkıyor.

Kapıdan çıkar çıkmaz masasında oturan Abdullah ayağa kalkıp, “Bonvizit, Madam, nereye gideceğinizi biliyor musunuz?” diye sorunca, Jane, gözleri ile evet dercesine bir kere kısıyor ve Abdullaha’a pek aldırmadan otelden çıkıyor. Hızlı adımlarla dün gece birlikte ama onu arkamda bırakarak, benim önden çıktığım merdivenlerden iniyor.

Sokaklar sıcak ve günün öğle vakti yaklaştığından ortalıklarda kimse yok.  Birkaç çıplak ayaklı çocuğun yanı sıra, olmayan trafiği idare etmekle görevli, kollarına geçirdiği tozluklar ile beyazlara bürünmüş bir Tangerli trafik polisi, ağzında ki düdüğünü güneşin altında, boş caddede öttürüyor. Güneş ışınlarından korunmak için taktığı karagözlüklerinin ardından, beyaz bir kadına biraz da arzu ederek bakan polis, caddede kendi başına ağır aksak giden bir arabayı durdurup,  hoşlandığı kadının karşıya geçmesi ön ayak oluyor.

Jane arabaya da, polise de aldırmıyor ve koşar adım karşıya geçip, Medine’nin ara sokaklarına dalıyor. Onu gören birkaç çocuk, beyaz bir kadının sokakta kendi başına dolaşmasına şaşırıyor ve peşine takılıyor. Neyse ben varım diyeceğim ama Jane bile beni görmezken, bu çocuklar beni nasıl görecek de onları korkutacağımı ve Jane'i koruyacağımı düşünüyorum.

Her bir erkek çocuk doğunca, üste bir kat eklenen, kerpiçli betondan yapılmış kil kırmızısı veya çöl sarısı karışımında ki ince uzun Medine evlerinin gölgeli sokaklarında ilerleyip, V. Muhammed caddesine çıkıyor. Ardından gene hızlı adımlarla birkaç blok geçip sağda bir sokağa sapıyor. Bu dar ara sokakta ilerleyip önce Place de France meydanına geliyor, sonra karşıya geçerek Grand Socco sokağına dalıyor.

Yan yana mücevhercilerin, takıcıların, cam lambacıların, tütsücülerin olduğu bu sokakta yavaşlıyor. Gözü ile tabelaları takip ederek sanki bildik bir yer arıyor.

"Hey Jane nereye gidiyoruz?" diyorum ama beni gene duymuyor… Sinirleneceğim de, son üç, dört gündür benim yaptığım gibi ama bu sefer o önde,  ben arkada mıyım ya da var mıyım,  yok muyum, o bile belli olmadığından kendi başına ilerliyor.

Birden bir dükkân önünde durup isli penceresinden içeri bakıyor ama ne ben, ne o bir şey görüyoruz. Sonra kafasını kaldırıp tepedeki tabelaya gözü takılıyor. Üstte “Chez Alaaddin” biraz altında “Fin du monde” yazan tableyayı bir iki kez içinden okuyup, bu yerin doğru yer olduğuna kanaat getirip kapıya açıp içeri giriyor.

Kapı açılınca, tepede sallanan bir çanın ötmesi ile dükkân içi sessizlik bozuyor. İçerisi üst üste halılar ile kaplıydı. Atlas dağlarında yaşayan Berberilerin, tüylerini kırptıkları yabani dağ keçi yününün yaydığı nem kokusu, Jane’nin ciğerlerinden geçip bana kadar geliyor. Köşede içi boş bir semaver, semaver yanında bir sedir üzerinde bağdaş kurmuş bir adam elinde tuttuğu nargileyi höpürdetiyordu.

Jane'i görünce başını az öne eğip, bir Araptan beklenmeyecek bir nezaketle Jane'i selamlıyor. Adam, nargileden son bir nefes alıp dudaklarını yamultarak ağzının kenarından, sanki Jane'i rahatsız etmek istemiyormuşçasına dumanını üfleyip,  bir el işareti ile uzakta duran uşağa önündeki tüm nevaleyi kaldırmasını emrediyor.

Uşak isteneni çok hızlı yapıp ortadan kayboluyor.

Jane boynunu ve omuzlarını örten şalı serbest bırakıp adamın karşısına bağdaş kurup oturuyor. Avucunu açıp içinde ki fotoğrafı gösterince yaşını almış adam, fotoğrafı daha iyi görmek için Jane'nin elini tutup kendisine yaklaştırıyor. Fotoğrafı ben de görmek istiyordum ama Jane'nin avucunun içi adama baktığından hevesim kursağımda kalıyor.

Odaya üç kız giriyor. Koşarak Jane'nin yanına gelip boynuna sarılıyorlar.  Jane birden tekrar ağlamaya başlayınca, üç kız da ona daha içten sarılıp gözlerinden akan bir kaç damla yaşa ortak oluyor.

Sanki beni göreceklermiş gibi endişeli halde kızlara bakıyorum. Üçünün de burnu büyük ve uzundu. Belleri ince, saçları kumral ve omuzlarından sarkıyordu. Elmacık kemikleri içe çöküktü. Yanakları tombul değildi. Alınları geniş ve düzdü. Gözleri kocaman ve siyahtı. Merkep gözünün güzelliğinde parlaktı. Kaşları uzun, kirpikleri kalındı. Birisinin yanağında kahverengi bir ben, onu diğerlerinden ayırıyordu.

Birden hatırlıyorum. Şimdi göremiyorum ama Jane'nin de bir beni vardı. Onunki de sağ yanağındaydı.

Bir kemençe sesi duyuyorum. Sanki birisi horon tepiyordu. Biraz önce nargileyi alıp odadan çıkan uşak, bu sefer elinde, uçunda kısa kavalı olan keçi dersinden yapılmış bir tulum ile kapıyı açıp içeri girince, arka odada çalan kemençenin tiz sesi daha net duyuluyor. Jane uşağı görünce birden gülümsemeye başlıyor. Onun gülmesi benim de hoşuma gidiyor, ilk defa ben de başkasının mutluluğundan mutlu oluyorum. Onunla birlikte tekrarları ve geleceği yaşamaya karar verdiğim bu yolculukta, dönüp Jane'e sarılmak ya da en azından elini tutmak istiyorum ama ne dönebiliyorum ne elini tutabiliyorum ne de sarılmak istediğimi Jane'e hissettirebiliyorum.

Jane, kefiyesi kaymasın diye başında Ortadoğulu Araplardan farklı olarak siyah yerine kırmızı çember bir bağ ile sıkmış, kır sakallı adamın yanına daha da sokuluyor. Başları açık, omuzlarında ince krem rengi tül olan üç kız da, Jane'nin diğer yanına geçiyor. O sırada uşağa eşlik eden bir başka genç adam da içeri girip o biraz önce duyduğum kemençeyi tekrar çalmaya başlıyor. Tulum ile birleşen kemençenin tınıları, kilim ve halılarla kaplı dükkâna yayılıyor, içimizi coşturuyor. Uzaklardan, Karadeniz’in, Gürcistan’ın dağlarından gelen bu seslerin esintilerine önce uşak sonra kemençeci, ayaklarında kırmızı, yeşil, mavi, sarı renkli yünlerden, elde örülmüş çoraplarının üzerine giydikleri, ucu kalkık deri çarıklarla horon tepmeye başlıyor. Ardından odaya, sokakta Jane'nin peşinden gelen iki çocuk giriyor ve horona katılıyor.

Ben de çok seviyordum horonu. Karadeniz gezilerim zamanında öğrenmiş ve Gürcü dağlarından gelip Artvin'in, Rize'nin yaylalarına yerleşmiş Lazlar ile çok oynamıştım. Jane, annesi İngiliz, babası Karadenizli olan Gürcü kökenli bir Laz kızıydı. Onunla bu gezilerimden birinde tanışmış ve bir kaç yıldır arkadaşlığımızı ilerletmiştik. Adını bazen annesi çok istediği için Jane, bazen de babası çok istediği için Tülin olarak kullanıyordu.

Dans etmek, onlarla birlikte horon tepmek istiyorum. Tülin’e seslenip serbest bırak beni diye bağırsam da hala sesimi duyuramıyorum. Neyse ki en sonunda o da dayanamayıp kökleriyle buluşmaya karar veriyor ve oyuna katılıyor.

O istedikçe yaşayabildiğim hayatım devam ediyordu. Bizim de katılmamızla grup an ve an çoğalıyordu. Ardımızdan üç kız ekleniyor, sonra da yaşlı adam aramıza katılıyor.

Kimse kimseye bakmadan herkes kendi halinde Alaaddin'nin halı dükkânında, Kafkas dağlarından yola çıkıp buralara kadar gelmiş ve buralarda, Atlas dağlarının yeşilini ve soğuğunu, vadilerinin dikliğini kendilerine yuva edinmiş, "fin du monde" denen dünyanın sonunda, Berberi adını almış bu belki Gürcü, belki Kafkas, belki Çeçen kökenli uzak soydaşları ile canımız sıkılasıya kadar horon tepiyoruz.

Dün gece, gökte kayıp ay ışığında kaybolan yıldız geliyor birden aklıma. Onun yok olduğunu hatırlayıp yerine gelen yeni doğmuş yıldıza sarılıyorum.

Tülin’de yorulunca, üç kıza ve yaşlı adama sarılıyor.

Ağustos 2000