Karibu, Mzungu, Zanzibar
Uzakta beyaz bir kumsal ve kumsal önünde sıra sıra dizilmiş kara birer düğme gibi duran tek direk yelkenli dhowlar (Arap yelkenlisi)...
70 km’lik Dar Es Selam–Zanzibar yolculuğunu, 1, 5 saatte, yer yer bir kaç metreyi geçen dalgalı Hint Okyanusunda, feribotun güneşten korunmak için sadece üstü kapalı kıç güvertesinde gerçekleştiriyorum. Aklımın bir yerinde Mr. Phantom hala duruyor. Çevremde ki farklılıkları algılamakta ki çabamsa bir sonuç vermiyor. Bu güne kadar yaşadığım dünyamdan, gizli bir geçitten geçerek bilmediğim tanımadığım bir başka gezegene gelmiş gibiyim. Artık neyin hayal neyin gerçek olduğunu pek farkında değilim.
Çevrede denizin üzerinde bir sürü irili ufaklı beyazlıklar göze çarpıyor. Birçoğu, denizden en fazla 50 cm yüksekliğinde her biri, bembeyaz kumlardan oluşmuş adacıklar. Bu cennet adalar, insanı imrendirecek kadar davetkâr. Kimisi, üzerinde tek bir palmiye ile içinde bulunduğum geminin orada batmasını, yüzerek adaya çıkmayı, ada kıyısına vurmuş bir şarap şişesine sivri uçlu bir deniz minaresiyle adada ki tek palmiye ağacının bir yaprağına “Help!” yazarak tekrar suya atmayı ve melez bir meleğin beni kurtarmasını beklemeyi istetecek kadar vahşi ve cezp edici.
Zanzibar iskelesi, Dar-Es-Selam limanında ki gibi ana baba günü. Gemiden inecekleri karşılamak ve eşya taşımak adına, her bir yolcuya en az 5 karşılamacı düşecek kadar kalabalık bir hamal ordusu ve yolcuları karşılamaya gelen aileler, % 60’lara dayanmış işsizliğin bir göstergesi. Olmayanı elde etmeye verilen uğraş adına her yerden biraz para kazanmanın yolunu bulmaya çalışan bu kalabalık kitle, aşağıda indiğimizde üzerimize saldıracak izlenimi veriyor. Ancak hem gemi personelinin nazik yaklaşımı, hem de gemiye binerken ki içtenlikte Kaptanın “Karibu Mzungu Zanzibar. (Beyazadam Zanzibar’a hoş geldin.)” temennisi ile gemiden iniyorum.
Ben daha ne olduğunu anlamadan, gözleri kırmızı sürme ile bir panter izlenimi veren, çıplak ayaklarının bileklerine prangaladıkları rengârenk boncuklardan yapılmış kalın halhalları, kollarına gerdikleri bir kaç büyük yaprak sayesinde birisinin diğerinden farklı bir rütbede olduğunu anlatmaya çalışan, burunları beyaza, göğüsleri ise zaten vücutları kara değilmiş gibi kömür karası, kızıl ve beyaz çizgilerle diyagonal kafesler çizilmiş 2 pigme, ellerinde tuttukları uçları sivri uzun mızraklarının arka topuzlarını yere dayamış halde önümde durunca etrafımda ki hamallar sürüsü birden bir kaç adım geri çekiliyorlar.
“Karibu Mheshimiwa!” dedi içlerinden biri. Diğeri gülmeden ama somurtmadan elimde ki sırt çantamı almak isterken ilk konuşan ufak adam devam etti.
“Sisi ni watoto wa Bw Phantom...”
Diğeri aynı sessizlikte çantamı almış ve kendisini takip etmemi işaret edip yola koyulmuştu. Söylediklerinden bir tek “Phantom”u anlamış olsam da şu ana kadar onunla yaşadıklarıma olan güvenle sırt çantamdan endişelenmeden pigmelerin peşi sıra yollanıyorum.
Liman kapısından geçerken Zanzibar polisi, 1964 yılında anakara Tanzanyika ile birleşip “Tanzanya” adını almış olmalarına rağmen Tanzanya’dan bağımsız bir iç işleri yönetiminde olduklarından tekrar pasaport ve sarıhummaya karşı yaptırdığım aşı defterimi kontrol edip, adaya girişi iznimi veriyor. Damgayı basarken de, “Bu kontrol sizin iyiliğiniz için...” demesi, bende ekstradan sarılık, difteri, tifo, tetanos aşıları olması rağmen aşılanmama durumunda burada olabileceklerden endişelenmeme yetiyor.
Tanzanya, Afrika kıtasında Sahra altındaki diğer ülkelere göre en az hastalık görünen yöre olsa da hala her gün hatırı sayılır sayıda sarıhumma ve sıtmadan ölümlerle karşılaşılan ülkeler arasında. Ancak Zanzibar adası bunların en az yaşandığı yerlerden biri. Bu nedenle cennet gibi beyaz kumsallarla kaplı güzel plajları sayesinde Zanzibar adası en çok turist çeken bölge.
Ne olur ne olmaz, sivriler uçar, hatta belki feribotla gelmişlerdir diyerek uçaktan iner inmez siv-kovla yaptığım banyonun 3–4 saatlik etkisi geçtiğinden, gemiden inmeden önce orama burama siv-kovu sıkmıştım. İçim rahat kalabalık arasından sıyrılıp limana bakan, zamanın Hükümdarı Umman’lı Sultan Seyyid Said Bin'in yaptırdığı ve Sultanın 2 karısı ve çocuklarının yaşadığı Mtoni Palace ve iki adım yanında, bölgede ilk defa bir asansör yaptırılan ev olduğu için “Asansörlü ev” diye turistlere gezdirilen rehber kitaplarda “House of Wonders” adını verdikleri Harikalar Sarayı ile Forodhani parkı arasından, bir zamanların kıyasıya köle pazarlıkların yapıldığı, sokaklarda fahişelerin cirit attığı, kazanılan paralarla sabahlara kadar rom içerek sarhoş olunduğu Stone Town’a doğru Pigmelerimi kaybetmeden ilerliyorum.
Yolda yakamıza yapışmak isteyen bir kaç başka ada halkına, kulaklarından sarkan deniz minaresi küpeleri ve boyunlarına geçirdikleri rengârenk boncuklardan yapılmış geniş boyundurukları yetmezmiş gibi üzerlerinde her türlü boya bulunan yavelerimin bize sulananlara yan gözle bir ters bakış atmaları yetiyordu.
Önce adanın, 1911 yılında Hindistan’dan getirilen en büyük ve yaşlı Banyan ağacını ve bu ağacın devasal gövdesinin gölgesinde kendine açık hava dükkânı yapmış bir ayakkabı tamircisinin yanından geçip Stone Town’un dar sokaklarına dalıyoruz. Pigmelerin, burayı başkalarına tarif ederim endişesi ile gözümü kapatmalarına hiç gerek olmadığını çok iyi biliyorlar. Gökyüzünün neredeyse görülmediği loş sokaklardan geçerken bir geçtiğimiz yeri bir daha hatırlayamayacağımdan eminler. Önce sola, sonra sağa sapıp bir kaç metre giderek ardında tekrar sol ve anında sağ yaparak, başka bir kaç dar sokağı girip, bir kaç da dar geçitten geçiyoruz. Ardında da bir kaç başka sokaktan özellikle çıkmaz olduğu için önce girip sonra geri çıkınca, Stone Town’da Mr. Phantom’un kurukafa mağarasına bir başka zaman, onlar olmadan gelemeyeceğime (esasen onlar olmadan da çıkamayacağıma) emin olduklarında, son bir sokağa dalıp bir duvar önünde duruyorlar.
Yol bitmişti. Çıkmaz sokağın bir kenarında üzeri kalın beyaz bir tülle örtülmüş kapıyı göremediğimden endişelenmeye başlamıştım ki, Pigmelerimden biri sırtlan ulumasına benzer bir uğultu çıkartınca, tül perde arkasındaki yüksek kapı geriye doğru yavaş yavaş açılmaya başladı.
Perdenin kalkmasıyla kenarları ince iş oymalı üzerine altın varaklı demir takozlarla güvenliği artırılmış yüksek tahta bir kapıdan, buz gibi akan bir şelalenin yanından geçerek, ardındaki serin geniş bir avluya ya da Mr. Phantom’un Kurukafa mağarasının ağzından çıkıp Eden’ine giriyoruz.
Yaverlerim, görevlerini yapmanın ve beni sağ salim Dhow Palace korumalarına teslim etmenin iç huzur ile kapı önüne tekrar çıkacağım saate kadar beklemek için kurukafanın çenesinin kenarına oturuyorlar.
Bir Dhow Palace (www.dhowpalace-hotel.com ) görevlisi elinde buz gibi bir mango suyu ile yanıma gelip Eden’in ortasındaki masmavi gölde yıkanabileceğimi söylediğinde mango suyunu bir dikişte içerek eşyalarımı oracıkta bırakıyor ve kendimi serin sulara atıyorum.
Sanki bir yanardağ kraterinin içindeyiz. Dhow Palace’ın dik duvarları bir kraterin dik yamaçlarını, ortasında ki masmavi havuzda bir krater gölünün yerini almış gibiydi. Güneş görmeden bir kaç dakika su içinde kaldığımda dışarıda ki 35 °C’ye ulaşmış havaya rağmen içim titremişti. Hatta etrafta tahta pervazlara sarılmış yeşil sarmaşıklar ve dik duvarlar nedeniyle güneşi sadece ½ saat gören bu serin su içinde üşümeye başlayınca tekrar sıcak havaya çıkıyorum...
Sanki Mr. Phantom, hırsızın suratına yumruğu çaktığında her şeyi ayarlamıştı. Ya beni, biraz önümden izliyor ve yaptığım ya da yapacağım her hareketime karşı bir tedbir alıyor, ya da içinde bulunduğum bu dünya ondan sorulduğundan, ben de yoldaki yaşamı hissetmek istediğimden, tüm dünyanın güçleri onun adına bana yardım ediyordu.
Dün sabah Bursa’dan 0 °C’lerde başlayan yolculuğum, ortalığı kasıp kavuran nemli bir havanın hakim olduğu Zanzibar'da sonlandığında biraz yorulmuşum. Dhow Palace’ın bir dönemi İranlıların etkisinde geçtiğinden oralardan getirilmiş Acem işi halılarla kaplı odasının sert abanoz ağacından belki bir kaç ayda işlenmiş kenarları oymalı tahta bir karyolanın, köşeleri kanaviçe işlenmiş cibinliklerle korunaklı yatağında, bir tepe pervanesinin eskimiş rulmanlarından çıkan gürültüsüne eşlik eden rüzgârı altına uzanıyorum. Uzandığım yatakta, sudan çıkınca gittiğim Dhow Palace’ın terasında ki buz gibi Kilimanjaro birası yanında atıştırdığım istiridyeler ve kızarmış kalamarlar, Zanzibar'ın ne kadar haklı bir Cennet ada, gerçek bir EDEN’ olduğunu hissetmeme neden oluyordu. (70$/gün)
Pigmelerin, her yeri ince iş oyma tahta kapıya maymun kafalı pirinç tokmağıyla vurunca odaya yayılan tok bir sesle irkiliyor ve nerede olduğumu anlamadan uyanıyorum. Kapı ardından konuşmalar devam ediyor.
“Mister... Dhowlar, Prison Island ‘a gidip akşam yemeğimizi yakalamak için hazırlar. Sizi bekliyorlar.” deyince apar topar yataktan kalkıyor ve kapıya çıkıyorum. Dhow Palace’ın benim için bu cennet (Eden) yaşantısından şimdilik ayrılmak zor geliyor ama buralarda yaşamın anlık yaşandığını ve yemek saklamanın neredeyse imkânsız olduğundan karın acıktığı anda yemek yemek ve yaşamı devam ettirmek adına sahilde ki dhow’ların yanına gidiyoruz.
Güneş tam kıvamında. Artık kol saatimde ki dereceye bakmak içimden gelmiyor. Bembeyaz kumsala vuran sert dalgalar, bineceğimiz dhow’un sahile yanaşmasını engelliyor. Tüm çabalarına rağmen, sahile tekneyi yanaştıramayan yelkenci birden suya atlıyor ve derin suda kayboluyor. Suyun kum olan bir sahile 1 metre kala bu kadar derin olmasına şaşırıyorum. Adam elinde bir halatla kıyıya kadar yüzüp boşta kalan bir Arap aygırı gibi dalgalarda salınan yelkenlisini kıyıya çekmeye çalışıyor. Pigmelerimden biri elinde bir mızrak, diğerinde, ucunda hilal gibi bir kanca olan ince bir sarmaşıktan yapılmış bir halat var. Kancanın iriliğine bakınca, bizim çaparilerimizle yakaladığımız balıkların bir kaç katı bir balıkla karşılaşma ihtimalimiz olduğunu hemen anlıyorum.
Yelkenci sırtından dolayarak geçirdiği halatla tekneyi kıyıya yanaştırmaya çalışıyor. Kısa bir uğraş sonunda tekne kıyıya biraz olsun yanaşınca hep birlikte belimize kadar sulara gömülerek tekneye çıkıyoruz.
Birden derinleşen deniz, kar gibi beyaz kumun deniz dibinde yansımasıyla oluşan yeşilimsi bir mavilikte kocaman bir su kütlesi... Ve bu uçsuz bucaksız Hint Okyanusunun ortasında, bu adayı çevreleyen azgın sularda yaşayan bir metreye yakın balıklar...
İçim ürperiyor birden!
Uzakta bir kara parçasına doğru kayığın burnunu çeviriyoruz. ½ saat sürecek bir yolculukla gideceğim Prison Island’a doğru yol alırken diğerine göre daha uzun boylu pigme, elinde mızrağı ile benim oturarak dahi zor durduğum dalgalı denizde, dhow’un ön kısmında ayakta duruyor. Her an bir balık görecekte, zıpkınını derin sulara atacak gibi dikkatlice suları ve etrafı süzüyor. Ben, adının Jala olduğunu öğrendiğim diğeri ile teknenin kıç kısmında oturuyoruz. Adamın, tekneye bindikten sonra bizde kayık arkasından kaşık atar gibi tekne arkasından sarkıttığı sarmaşık olta ucundaki kancaya takılı yem balığın, bizim iri bir uskumrumuz büyüklüğünde olduğu görünce bunu yakalayacak balığı endişe ile hayal ediyor ve yerimden kımıldamadan bekliyorum.
Deniz dalgalı. Suların yükseltisi bazen teknenin 2 katına kadar yükseliyor. Dhow’un ahşap gövdesinin yüksek dalgalar üzerinde sörf yapanlar gibi aşıp dalganın arkasından serbest düşüş yapmasıyla sulara önce bir gürültüyle çarpıyor, ardından da ince bir çatırtı kulaklarımda çınlıyor. Her bir yükseliş, bir serbest düşüşe neden olduğundan teknenin yanlarında bulunan istavrozlara sıkı sıkıya sarılmış bir haldeyim. Tekne içinde ilk oturduğumda olmayan su birikintisinin yavaş yavaş yükseliyor olmasına gözüm takılıyor. Uzun boylu Pigme, elinde mızrağı ile kımıldamadan önde, ayakta duruyor...
Teknemiz rüzgâr sayesinde biraz ileri giderken, dalgalar yüzünden az biraz da geriye kaymasıyla 30 dakikalık yolculuğumuzu 50 dakikaya yakın bir sürede teknenin içi, ayak bileklerime kadar su dolmuş bir halde tamamlıyoruz.
Adanın kumsal olan kıyısı deniz gibi aynı dalga yüksekliğinde. Yelkenci diğer yan kıyıdan, mercan kayaklar arasından geçerek adaya çıkmanın daha doğru olduğuna karar veriyor. Bir yanda derin ve dalgalı kıyı, diğer tarafta mantar gibi fırlamış mercan kayalıklar ve kayalıklar arasında onlarca kırmızı – sarı denizyıldızları ve kayalıklara sığınmış bazıları 10cm’lik dikenleriyle iri denizkestaneleri...
Kendine korunaklı bir alan seçtiğini düşündüğünden mercan kayalıkları arasında sakin sakin dolaşan benim için ufak bir deniz canavarı diyebileceğim büyüklükte, sarı ve lacivert çizgili bir pijama giymiş gibi dolanan yassı bir balık, aniden teknenin yanına gelince, son 1 saattir avını beklemekten sabrı taşmış ayakta ki pigmenin elinden fırlayan mızrağın suya girerken çıkardığı tiz sesin devamında kayalıklara çarpan metal mızrağın su içinde çıkardığı tok bir ses eşliğinde hareketsiz kalıyor. Ve bir iki saniye sonra su üzerinde bir kırmızılık...
Her an bir endişe, bir yaşam mücadelesi derken akşama doyacağımızı bilmenin rahatlığını içimde hissetmişken birden yaşamın besin döngüsünde ki yerimi almış olmaktan endişe duyuyorum. Ardından aldığım bir nefesle şimdilik yaşadığımı kavrayarak vücudumda bir delik var mı yok mu diye elime bir kaç yerimi yoklayıp olmadığını görünce rahat bir nefes alıyorum.
Yelkenci, teknesini mercan kayalıklarda daha fazla rüzgârın etkisinde bırakmak istemiyor. Çıplak ayak suya atlıyor ve bu sefer beline kadar daldığı su içinde denizkestanelerine basmadan dhow’u kıyıya kadar yaklaştırıyor.
Gel-git'de sular çekildiği için açığa çıkmış kırmızı ve sarı denizyıldızları ve mercan kayalıkların kenarlarına sığınmış yengeç ve ahtapotlar, taşlara yapışmış denizkestanesi arasında Hasina'nın mızrağının ucunda ki bir balıkla Prison Island’a çıkıyoruz. Biraz arkamızda kalan Jala, yolda tekne ardından salladığı oltası ile bir balık yakalayamamanın acısını, bir kaya altına sıkışmış iri bir mürekkep balığından çıkarıyor. Ufacık elleri ile mürekkep balığına yapışınca, hayvancağız da can havli ile sanki Jala’nın elini boğacak gibi uzun kolları ile parmaklarını sıkıyor. Jala’ya da koluna sıkı sıkıya yapışmış hayvanı sudan çekip çıkarmak kalıyor.
Adaya, bu gece yiyeceklerimiz ile çıkmak iyiye mi işaret yoksa çatırdayan ve su alan bir tekne ile geri dönememem adına endişe verici bir durum mu olduğuna karar veremiyorum.
Prison Island, adını geçmiş kötü şöhretinden alıyormuş. 11 yüzyılda başlayan Arap akımları ve ardından gelen köle ticaretinin yaşandığı dönemlerde, bu adaya iflah olmaz köleler ruhlarını kaybetsinler, itaatkâr olsunlar diye getiriyorlar ve uzunca bir süre aç susuz şekilde, ışık görmeyen hapishane odalarında tutuluyorlarmış. Daha sonraları 19. yüzyıl başlarında, Safra Afrika’sında baş gösteren sarıhumma etkisinde kalan Kenya, Uganda ve o zamanların Tanganyika’sının ölümü kesin hastaları için son günlerini geçirdikleri bir karantina adası olarak etkinliğini sürdürmüş.
Adaya ayak basar basmaz, Hasina, “Bu gece kaplumbağa çorbası içeceğiz.” deyince, ben elindeki palyaço kılıklı balığı ve Jala’nın yakaladığı mürekkep balığını tercih etmek istediğimi söyledim.
Kafasını hayır anlamında konuşmadan iki yana salladı. Adanın sık yapraklı ormanı içinde ki dar bir patikaya girerken, bunları adanın sahibi Ali El Buğra’ya hediye getirdiklerini, hediyelerine karşılıkta adada ki kaplumbağalardan yaşı yüzü aşmış olanlardan bir tanesini alıp bol besinli bir kaplumbağa çorbası pişireceklerini her zamanki ruhsuz haliyle söyleyip tekrar patikada yürümeye başladı. Donup kaldım...
Bir kaç metrelik sarmaşıkların bazen yılan mı yoksa dal mı diye kararsız kaldığım benzerlikte olduklarından havadan sarkmış olanları kafama değmesin diye elime aldığım bir sopa ile ittirerek dar bir patikadan ilerliyoruz. İleride ki geniş yapraklar birden hareketleniyor. En önde giden Hasina, elinde ki mızrağın ucundaki balığı aceleyle kamışından çıkartıp belinde sallanan bez bir torba içine sokuyor ve mızrağını avını avlamaya hazır bir halde avucunu içinde sıkı sıkı tutuyor. Jala ise daha temkinli ama bir şey yapmadan benim arkamdan geliyor. Hasina’nın birden durmasıyla bizde sessizce olduğumuz yerde kalakalıyoruz. Bizden bir iki adım uzaklıkta ki büyük bir yaprak kımıldayıp yere doğru boylu boyunca serilince, boyu benim popoma kadar gelen bir kara kaplumbağası önümüzde ki kocaman yaprağı devirip, ağzının içinde bir şeyler geveleyerek önümüze çıkıyor. Şaşkın şaşkın biz ona o bize, karşılıklı bakışıyoruz.
Hasina birden gerdiği kaslarını serbest bırakarak kıstığı gözlerini açıyor ve başlıyor bağırmaya “Ali El Buğraaaaaa. Ali El Buğraaaaaaaa...”
Çalıların ardından gelen kaba bir kahkaha benim yaverleri rahatlatsa da ben önümde bir adam boyu, hadi attım diyelim, bir çocuk boyunda ki bir kaplumbağa ile karşı karşıya iken, bu kahkahanın ardından, koca göbekli, uzun sakallı, elinde çatal dilli paslı bir kılıç olan pis bir korsan bozuntusu beklediğimden içim pek rahat değildi. Durumu daha iyi algılamak için yaverlerimin ortasında hala ileriyi daha rahat görmek adına kıstığım gözlerimi ve her an bir ağacın tepesine fırlamak için hafif çömelmiş durumdaki dizlerimi düzeltmeden, biraz paytak bir halde yürüyorum.
Kocaman kaplumbağa sanki biz yokmuşuz gibi bir başka yeşil yaprak koparıp koca ağzından içeri atıyor. Biz de onun yanından geçip geniş yeşil yaprakları elimizle iterek onun geldiği tarafa giriyor ve önce 1, sonra iki, sonra üç, sonra... Sonra 13, sonra... Sonra 30 kocaman kaplumbağa arasında kaldığımı anladığımda biraz önce yakaladığımız deniz mahsullerinde oluşan akşam yemeğimizden git gide ümidimi kesmeye başlıyorum.
Hasina, balığı soktuğu torbasından önce bir şişe rom çıkartıyor. Ardından da hala kanlı balığı, uzun bir tahta üzerine bağdaş kurarak oturmuş, beklentilerimin aksine cılız bir başka zenciye uzatıyor. Ardından Jala da yakaladığı mürekkep balığını adama uzatınca benim akşam deniz mahsulü menü ümidim komple kaybolup suratım değişince, Hasina bana dönüp “Merak etme Seyid. Bu akşam Zanzibar'a döneceğiz ve sana güzel bir kalamar ve ıstakoz ziyafeti çektireceğim. Bunlar, bu adanın bekçisi ve bu ada yaşayan yaşları bir asırı çoktan geçmiş dev kaplumbağaların bakıcısı Ali El Buğra için" deyince içim biraz olsun rahatlıyor. (http://en.wikipedia.org/wiki/Aldabra_giant_tortoise)
Bugün Prison Island, eski korkunç yaşantısından bir eser bırakmayacak kadar sakin ve masum. Ada da yaşları 130'u geçmiş boyları bir adam boyuna yaklaşmış sürü halinde yaşayan kocaman kaplumbağaları, onların oyunlarını, sevişmelerini, yemek yemelerini seyredip, arından bembeyaz kumsalında kumlara bulanıp, sonra Hint Okyanusunun dalgalı denizinde en fazla 2 metre açılarak yüzüyorum. Dönüş için hareketlendiğimizde sık palmiye ağaçları altındaki tahta sedirinden kalkan Ali El Buğra, tek elimi, iki eli arasına alıp ruhuyla güle güle derken gözlerimin içine bakıp "Bir daha ki sefere aileni de getir. Korkma buralardan! " diyor...
Gözlerim kısık, biraz hüzünle ayrılıyorum Prison Island'ın o vahşi ve cezp edici doğasından. (Gidiş-geliş motorlu dhow'lar ile 20$)
Ertesi sabah kahvaltısında yalnız değilim. Mr. Phantom benden önce uyanmış, Eden’in ortasındaki suyun yanında uzakları seyrediyor. Beni görünce yanıma geliyor. Kızıl bir kıyafet altında vücudunun hiç bir yerini görmüyorum. Sadece gözlerinin parlaklığını görebiliyorum. Gülümsüyor. "Bugün sana adayı gezdirmek istiyorum. Biz burada büyük bir aileyiz ve bu dünyayı, bu yaşamı doğayı çok seviyoruz." diyor. Neden kırmızı giyiyorsun diye sormak geliyor içimden ama susuyorum.
Sıtmaya karşı aldığım Monodox ilacı, kalsiyum ile beraber alınmaması gerektiğinden sabah kahvaltısı adına getirdikleri keçi sütü ile etrafta dolanan sıska hörgüçlü ineklerin sütünden yapılmış yağları yiyemiyorum. Ancak her yerde, her an gözümüze batacak kadar çok tropik meyve eşliğinde taze yufka üzerine yaban arılarının kovanlarından çalınmış bal sürerek kahvaltımı yapıp anavatanında yetişmiş kahvelerin, tahta dibekler içinde taş takozlarla ezilmiş tozları ile yapılmış sert kahvelerinden içerek güne adım atıyorum.
Kapıdan çıkarken Hasina ile Jala kapıda, dünkü oturdukları yerde ellerinde ki mızrakların sırtları yere dayanmış halde ayakta bizi karşılıyorlar. Mr. Phantom ile beraber geldiğimi görünce hiç istiflerini bozmadan bize bakıyorlar. Kurukafanın açık ağzı içinde ilerleyip şelalenin yanından geçerek dışarı çıkıyoruz. Çıkmaz dar yolun üzerinde üstü açık bir jeep bizi bekliyor. Mr. Phantom sağa direksiyona ben de sola geçip oturuyoruz. Pigmeler, ben daha koltuğa oturmaya başlarken yerlerinde hareketsiz iken, koltuğa oturduğum anda onların çoktan arka koltukta ve üstü açık jeep’de ayakta olduklarını gördüğümde bir leopardan daha hızlı olan bu bastıbacak yaratıklardan her şey beklenir diye düşünüyorum.
Hasina, düşüncelerimi anlamış gibi "Sen Mr. Phantom'u daha görmedin! O, kartaldan uzağı gören gözleriyle, bir leopardan daha hızlı, bir aslandan daha kuvvetli, bir filden daha güçlüdür. Demir yumruğunu suratına bir yiyen bir daha onu unutamaz!" dedi.
"Evet, bilirim." dedim, 2 gün önce Corner Cafe'de yaşadıklarımı hatırlayarak...
Yol üzerinde ki yerel pazarları seyrederek merkez dışına 15 km. kadar çıkıp Zanzibar’ın baharat çiftliğine giriyoruz. Bu çiftlik 17. yüzyılda Zanzibar'ı etkisi altına alan Sultanlara ve onların Umman, Yemen ve İngiltere’de ki dostlarına gönderilmek üzere çeşitli baharatların yetiştirildiği bir büyük bahçeymiş. Şimdilerde bir kaç ağaç aynı meyveleri verse de, bir zamanların köle ticaretini, Mr. Phantom ve arkadaşları ortadan kaldırdığı için artık Afrikalı köleler yerine, yöre köylüler, geçmişi yaşatarak turistleri ağırlamak adına burayı bir turizm mekânına dönüştürmüş. Mr. Phantom arabayı bir büyük banyan ağacının gölgesine çekip duruyor. Biz Hasina ile akasya ağaçlarına sardırılmış karabiber sarmaşıklarına ve özellikle haşaratlara karşı her türlü ilaç sanayinde kullanılan citronella otları ve keskin kokulu tarçın ağaçlarıyla kaplı jungle ormanına dalıyoruz.
Bacaklarım ne olur ne olmaz diye uzun ama ince kumaş bir pantolonla, ayaklarımsa her gezimde benim tüm yükümü çeken sevgili botlarım tarafından korunuyor. Üzerime ise hem ormanda ki haşarata, hem de kızgın Ekvator güneşine karşı uzun kollu ince bir pamuk tişört, başıma da geniş kenarlıklı bir şapka ile korunarak geziniyorum. Birden babaannemin Umre dönüşü söylediği lafını hatırlıyorum. “Sıcak ülkelerde de uzun kollu giyinilir Hakan! Sen hiç çıplak gezen bir Arap gördün mü?”
Biraz muz, biraz kahve, biraz mango biraz ananas gibi meyveleri biraz tarçın, biraz da vanilya tohumlarını tadarak orman içinde ilerliyoruz. Canımızın istediğini koparıp yediğimizden, bazen bir karabiber üzerine bir ananas, bazen olmamış bir vanilya üzerine bir tarçın kabuğu midemi biraz karışmış bir halde, kıpkırmızı bir toprakla kaplı köy meydanına geri dönüyoruz.
Mr. Phantom kızıl bir toprak üzerinde tahta bir yer yatağında kızıl elbisesi ile zorlukla seçiliyor. “Gel” diyor, dirseğini dayandığı kıpkırmızı meyvelerin sarktığı bir ruj ağacını kalın gövdesine yaslanmış, bir bukalemunun doğa ile olan kızıl uyumu kadar uyumlu bir halde... (http://www.tradewindsfruit.com/lipstick_tree.htm)
Şimdi gördüklerim, doğadan alınan güçle birleşmiş yaşamın uyumunu ve Mr. Phantom’un neden kırmızı giydiğini biraz daha iyi hissetmeme neden oluyor.
Tahta yer yatağına bağdaş kurarak oturuyorum. Uzun entarili köylü kızları ve çıplak ayak pigmeler evlerinde ne varsa, doğa onlara ne sunduysa, kocaman istiridye kaplarında ve kafam büyüklüğünde deniz salyangozları içine doldurulmuş ananas, mango, papaya ve bilumum tropik meyveyi önümüze bırakıyorlar. Biz de bir güzel hepsini mideye indiriyoruz.
Ruj (lipstick) ağacı altında kendimizi güneşten korumuşken, Mr. Phantom ileride ki bir adama doğru sesleniyor.
“Mr. Butterfly... Yap bakalım bize bir gösteri.”
Dazlak, ince-uzun bir adam koşar adım yanımızdan geçip solumuzda ki kokonat (Hindistan cevizi) ağacının üzerine fırlıyor ve bir maymun gibi 20 metrelik ağacın en tepesine çıkıp elindeki kama ile bir kaç kokanatı kesip aşağıya düşürüyor. İnerken de maymunluk etmeyi ihmal etmeyip ya ayaklarını boşta bırakarak, ya da tek kolu ile ağaçta tutunarak sallanıp gösterisini yapmayı ihmal etmiyor.
Mr. Butterfly, yukarı çıkarken ki çevikliğinde ağaçtan aşağıya koşar adım iniyor ve hindistan cevizlerini keskin kaması ile bir darbede kafasını uçuruyor. Önce suyunu içiyoruz, sonra da içini yiyoruz...
Artık baharat çiftliğinde birçok tropik meyveyi ardı ardına yemekten neredeyse çatlayacak bir haldeyim. Oturduğum tahta yatak üzerine kıvrılıyor ve bir kaç çeyrek dakika beni yola çıktığım andan itibaren yönlendiren Kızıl maskeli adam, Mr. Phantom ile elimizi başımızın altına yastık yaparak tahta bir sedir üzerinde yan yana kestiriyoruz. (Baharat gezisi - Spice tour: 20$)
Bir sivrisineğin alnımın ortasından sokup kulağımın etrafında dolaşırken çıkardığı vızıltı ile uyanıyorum.
Kızılmaske yanımda yoktu. Hasina'da görünürlerde değildi. Sadece Jala elinde her zaman ki mızrağı ile tünediği bir kütük üzerinde bana amaçsızca bakıyordu.
Uyandığımı gördüğünde, “Mr. Phantom, Hasina ile beraber Jozani ormanlarına gittiler” dedi. Birkaç kaçak maymun avcısının ormanda gezindiği haberi gelince apar topar adamları yakalamaya gitmişler. “Ehhhh. Biz ne yapacağız ?” demeye kalmadan Jala döküntü bir araba ile daha ayaklanamadığım sedir kenarına gelip ani bir fren ile tozu dumana katarak duruyor. Öksüre aksıra bir yandan uyanmaya bir yandan da gitmeye başlayan arabaya kendimi atmaya çalışıyorum.
Yolda hiç konuşmuyoruz. Zaten Jala’nın İngilizcesi toplam 10 kelimden oluşuyor. Benim Swahili dili hakkında bildiğim 3 kelime ise Karibu-Hoş geldin, Mzungu-Beyaz adam ve Jambo-Merhaba olunca, sessizlik içinde 1 saattir yoldayız. Yer yer, içine girdiğimde kesin kaybolacağım uçsuz bucaksız ormanlar içinden, yer yer arabanın içine su girecek kadar derin dere yataklarından geçerek bazen kıçım tavana değecek kadar beni zıplatan çukurlara dalarak, geniş ama tozlu bir yolda gidiyoruz.
Jala, direksiyonu birden sola kıvırıp orman içine arabayı daldırıyor. Önümüzdeki yeşillikleri ve bir kaç çalı çırpıyı eziyor ve bir kulübenin önüne birden duruyoruz.
Etrafım eli silahlı kara derli adamlarla sarılı veriliyor. Şimdi tam tırsıyorum ama ileride Hasina’yı görünce içim birden rahatlıyor.
“Ne o ?” dememe fırsat vermeden Hasina başlıyor anlatmaya. “Bu ormanda bir kaç leopar ve sadece burada yaşayan çok özel Kırmızı Colombus Maymunları yaşar.” diyor. (http://en.wikipedia.org/wiki/Zanzibar_Red_Colobus)
Kırmızıya takılıyorum yine. Daha konuşmasını bitirmemişti ki Kızılmaskenin, bir omzunda kırmızı bir maymun, diğer omzunda 2 si üst üste sanki bir birine zımbalanmış gibi duran 2 adamla kıpkırmızı toprak patika içinde çıkıyor.
Mr. Phantom, “Bıktım artık bu aymaz adamlardan!” deyip bir un çuvalı gibi 2 adamı omzundan yere fırlatıyor. Düştükleri yerde tozları kaldırarak toprakta sırt üstü yatan 2 haydudun çenesine gözüm takılıyor.
Kızıl bir toprak üzerinde, kırmızı maymunlar tarafından çevrilmiş kırmızı maskeli bir adam ve yerde çenelerinde kırmızı bir mürekkeple dağlanmış kurukafa dövmesi olan haydutlar, yaşamın doğa ile olan uyumunu bir kere daha görmemi sağlıyor.
“Açım! Yemek! “diyor Jala, o olmayan İngilizcesiyle. Hep birlikte gülüşüyoruz. Mr. Phantom, bu sefer Hasina’ya direksiyona geçmesini söyleyince, Jala onun yanına oturuyor. Bizde jeep’in arkasına oturuyoruz.
Hasina, “Kısa bir yoldan Kizimkazi-Dimbani köyüne gideceğiz” deyip orman içine dalıyor, tuzlu sularda da yetişebilen, köklerini böğürtlenin kolları gibi suyun üzerinden ileri bir noktaya atarak suya ulaşmaya çalışan Arap saçı şeklindeki Mangrove ağaçlarının endişe verici kökleri arasından arasından geçip tekrar ana yola çıkınca biraz olsun içim rahatlıyor. (http://en.wikipedia.org/wiki/Mangrove)
Kizimkazi balıkçı köyü, Jozani parka arkadan, Zala Park yolundan yarım saat, güzel Jambiani sahil yolundan gidildiğinde 2 saatlik bir yolculuk. Biz kısa yolu seçtiğimizden sıcaktan bayılmadan arka yoldan biraz orman içinden gidiyoruz. (Jozani ormanı: 30 $ - Kizimkazi: + 20 $)
Yol sonunda bitiyor. Daha önce görmeye alıştığım beyazlıkta uzun ve geniş bir kumsal ve kumsalın devamında yer yer mercan kayalıklar. Ve ilk defa 11 yüzyılında Arapların ilk akımları zamanında Şeyh Abu Mussa Al Hassan Bin Muhammed (sanki bütün Arap isimlerini almış bir Sultan) tarafından yaptırılmış tek katlı derme-çatma bir cami ile karşılaşıyoruz.
Dimbani Caminin imamı, Kızılmaskeyi görünce heyecanlanıyor. Koşar adım camiden yanımıza gelip hoş geldin diyerek camisini gezdirmek için bizleri davet ediyor. Kızılmaske bu dini konulara uzak olduğundan bana -sen git- der gibi bakıyor ve eliyle sırtıma vuruyor. Ben cami imamı peşinden gidiyorum.
İmam yolda “Biz Arapların etkisi ile Sunni'yiz. Ama bir dönem buralarda İranlıların etkisi ile Şiiler de yaşamış.” dediğinde düşüp bayılacaktım.
Nereden nereye der gibi adamın suratına baka kaldım. İran’dan taaaa buralara kadar uzamış bir Pers tarihini ne anlayabilecek kafam ne de okuyabilecek sabrım vardı. İmama “Elhamdurullah Müslüman’ız.” deyip birlikte cami içinde sevdiklerimizin sağlığına kısa bir dua ediyor ve bir kaç foto çekip geri çıkıyorum. İmam, bana yaptırdığı cami tavafına karşılık aldığı bir kaç $’lara seviniyor ve bizi el sallayarak uğurluyor.
Kızılmaske ile 200 metre ilerideki Kizimkazi balıkçı köyüne kadar yürüyoruz. Bir balıkçının yanlarında azgın sularda devrilmesin diye ek dayanaklar olan kayığıyla, o gün yakaladığı taze gümüş balıklarını satmak için kıyıya yanaşmasıyla onlarca rengârenk elbiseli kadın, çoluk-çocuk ellerinde, başlarında leğenler ile kayalıklardan kıyıya yanaşamayan kayığa koşmaya başlıyorlar.
Balıkçı teknesinin talan edileceğinden duyduğu endişe ile her gelene bir kaç kova balığı kayığın haznesinden alel acele verip uzaklaştırmak istiyor. Beni gören bir kaç kadın yüzleri görünmesin diye gözlerini ve suratlarını yüz örtüleri ile örtseler de Mr. Phantom’un varlığı onlarında benden endişe duymalarını engelliyor.
Bir birinden bu kadar uzak yaşamlarda, onların benden, benim onlardan endişe ve korku duyarak birbirimize bakarken daldığım hayal âleminden Kızılmaskenin seslenmesi ile irkiliyorum.
“Hakan! Jala ile Hasina sabırsız birer aç kurt gibi seni yemeğe bekliyorlar.”
Koşar adım onlara doğru giderken, kızıl bir toprak üzerinde, kırmızı meyvelerin sarktığı bir ruj ağacının gölgesi altında, kırmızı denizyıldızları ile süslenmiş bir masada, kıpkırmızı kızarmış kalamarlara, kırmızı mercan balıklarına ve diri diri haşlanmış kırmızı ıstakozlara bakan, vücutlarını kırmızı birer Masai örtüsü sarmış gözlerinin çevresi kırmızı boyalarla çizilmiş 2 pigme dostum ve omzunda kızıl bir maymun ile Kızılmaske hep bir ağızdan gülerek tekrar seslendiler.
Karibu Mzungu!
Şubat 2011