Serengeti

Serengeti'nin uçan karıncaları
Gece, böcek kovucularımı kapı eşiğine yerleştirmiş, sinekleri bayıltan tabletimi prize takmış, uçan haşereleri havada yakalasın diye zamklı kurdeleleri tavanın bir kaç yerine asmış, üzerime bolca siv-kov
sıktığımdan odada dolaşan diğer bir kaç haşarata da pek aldırmadan, tek kişilik yatağımda yerel bir kanalın ana haberlerin de çocuğu sıtma (Malaria) hastalığına yakalanmış bir babanın bir o hastane, bir bu hastaneye koşturmasını acıklı bir halde seyrediyorum.
Malaria’ya karşı aldığım onca tedbirlere sebep olan, odadan içeri girerken yerde gördüğüm kanatlı-karınca şimdi ekranın sol kenarında dolaşıyor.
Gözüm bir yandan karınca da, bir yandan da camekânda.
Daha bu haber biter bitmez ana haberlerin ortasında ekrana yansıyan Avrupa menşeeli sinek kovucu bir kremin reklamı ile irkiliyor, reklamın bitmesi ile yarın gideceğim Arusha şehrinde bir başka Maleria’lı çocuğun ölüm haberini, bizde ki şehit analarının haykırışlarını hayâsızca yayınlayan kanallardan alıştığım tarzda izliyorum.
Ölümün pazarlanması tüm dünyada benzer ve iç dünyamızda kabul edilebilir hale getiren haber programları ile dolu.
İki gözü iki çeşme ağlayan genç bir annenin TV camına yansıyan gözyaşları, içimde ki acıma duygusunu korkuya çevirmeye yetiyor...
Bu akşamüzeri, rehber olarak karşıma çıkan adı Ali olan bir Tanzanyalı ile yarın sabah altıda haşaratı bol Osy Grand Hotel’in kapısında buluşmaya karar vermiştik.
Ucuz olduğunu sık sık tekrar ettiği, güvenlikli ve sağlıklı üç günlük safari için günlüğü 400$’a el sıkışmıştık.
Yarını merak ederek televizyonu kapatıyor ve ekranın üzerinde gezinen uçan karıncanın kurduğum tuzaklardan birisine yakalanmasını dileyerek önce isli gece lambamı sonra da gözlerimi kapıyorum.
Saatin çalması ile o anda gördüğüm kâbus gibi rüyadan sarsılarak uyanıyorum.
Rüyamda dün akşam uyumadan önce gördüğüm karıncalar gece arkadaşları ile birlik olup aniden üzerime çullanıyorlar ve bir milyon karınca incecik dişleri ile bir anda beni ısırmaya başlıyorlar.
Her bir karıncanın kendi ağrılığının elli katını kaldırdığını bildiğimden yolda buraya gelirken gördüğüm yüksekliği iki metreyi aşmış, yer altına doğru on metre derinliklere ulaşabilen, bir örümcek ağı kadar karmaşık yuvalarında vızır vızır koşuşturan ancak her biri geçtiği yerlere kendi kokusunu bıraktıklarından yaşadıkları köşeyi asla unutmayan bu bildik çalışkan yaratıklar, beni kendi yuvalarında bir yere mi taşıdıklarını anlamaya çalışıyorum.
Kendime geliyorum birden. Ölmeden ölümü hissediyorum.
Gözüm, sümük gibi yapışkanlı, yukarından sarkan uzun kurdelelere takılıyor.
Üzerilerinde ki bir kaç kara lekenin ne olduğunu anlamaya çalışırken, tavandan sarkan kurdelelerin dün gece astığım haşarat avcısı bantlar olduğunu anlayınca yatağımda olduğumu kavrıyorum.
Afrika’nın bu Ekvator kuşağının sıcağında, Kilimanjaro’nun nasıl karlı bir tepesi olabildiğini hayal edemediysem, aynı bilgisizlikle, bu sonsuz düzlüklerinde Müslüman bir ülke olan Tanzanya’da sabah bu ezanının bildik sesinde, bir yerimden ısırılmış mıyım diye vücudumda yara bere arayarak yatakta doğrulacağımı da hayal edememiştim.
Hava kapkaranlık hala.
Yapış yapış vücudum. Gecenin nemini üzerimde.
Bir sonraki sivri kovucuyu vücuduma süresiye kadar ki zamanda temiz kokacağımı düşünerek banyoya giriyor ve buz gibi bir suda duş alıyorum.
Ortalıkta başka bir haşarat yok ama sabahın köründe dün akşam ortalıkta bıraktığım kendi büyüklüklerinin dört beş katıdaki ekmek kırıntılarını taşıyan bir kaç karınca banyonun kırık fayans aralığından girip gözden kayboluyorlar.
Arkalarından banyo fıskiyesi ile su tutup yuvalarını su basmak geliyor içimden. Ama sonra “Neden?” diyorum.
Neden onların yaşam alanlarını yok etmek için savaş veriyorum ki?
Bu sabah, kahvaltı edemeden Ali ile buluşacağım. Oteli içten içe oyan bu yaratıklar binayı başımdan aşağıya yıkmadan, dün geceden hazırladığım ekmek arası çikolatamı bir çırpıda mideme indiriyorum.
Bu yörede özellikle yağmurun hemen ardından ortaya çıkan sivrisineklerin %50’si ölümcül sonuçlar verebilen sıtma (Malaria) hastalığına neden oluyorlar.
Son yağmur buralara on beş gün önce yağmış.
Yağmurda oluşan sineklerin birçoğu kavurucu güneş altında hayatlarını uzun süre devam ettiremediklerinden etrafta sayıca azlar.
Doğa her durumda kendi dengesini kuruyor. Fazla olanı yok ediyor.
Kendimi şimdilik şanslı saysam da her an yağmur yağar da, kirli su birikintilerine yumurtlayan sivrilerin bebeleri tarafından sokulurum endişesi ile sokağa, her sabah Maleria’ya karşı düzenli aldığım antibiyotik hapımı aldıktan sonra çıkıyorum.
Dışarısı hala zifiri karanlık.
Ortalıkta tek bir ışık yok. Dün gece otele gelirken gördüğüm, bir km kadar geride ki otogarın cılız ışıklarını seçebiliyorum. Ancak arada ki karanlık cadde hiç de iç acıcı görünmüyor.
Sabah namazından çıkanlara, ya da bir kaç metrekarelik barakalardan oluşmuş dükkânlarına gitmeye çalışanlara sabah çayı satmak isteyen bir sokak çaycısı, köşe başında kendine bir yer kapmış.
Çayı da, odun kömürlerinin korları ile dolu bir kaç yeri delik deşik teneke üzerinde bir tencerede demleyerek satmaya çalışıyor.
Ortada ne bir masa, ne de bir sandalye var. Yerde plastik bir kova ve içinde kendilerince temiz bir su...
Kovanın tepesinde, bir fani gibi sırat köprüsünden geçmeye çalışan kanatlı bir karınca kenara yaklaşınca ıslak zeminde kayıp suyun içine düşüyor.
Çaycı, kova içine atılmış bardakları sadece bir çalkaladıktan sonra çayı koyup, sokaktan geçen bir adama uzatıyor.
Kafamı kovaya doğru uzatıyorum. Suya düşen karıncayı kova içinde ki suda göremiyorum. Uzun boylu adam ayakta içtiği çayını bitirip, bardağı çaycıya uzatarak karanlık caddede kayboluyor.
Çok değil daha otuz yıl önce her cumartesi sabahı, Kapalı Çarşının arka kapılarından birine bakan babamın dükkânına gittiğim günlerde içtiğim çaylardan pek bir farkı olmasa da, yıllar içinde ne kadar farklı yontulduğumu düşünerek çaycının ikramını nazikçe ret ediyor, Ali’yi beklemeye devam ediyorum.
Acemi davranışlarından çırak olduğu anlaşılan bir çocuk, tahta kepenklerini daha yeni aralamış bir dükkânın gaz lambasını yakmaya çalışıyor.
Çırak, birden harlayıp büyüyen gaz lambasının fitilini, lamba camının uç kısmı hafif islendikten sonra kısarak elini köşede duran bir sopaya doğru uzatıyor.
Ortalığı birden kesif bir gaz kokusu kaplıyor.
Çocuk, gecenin ayazında seyrek tahta pervazlar arasından sızmış ve dükkânın taş zeminini kaplamış Tanzanya’nın kızıl tozunu, sabah müşteriler yutmasın diye kirli ıslak bir bez ile paspas yaparak temizlemeye başlıyor.
Yanda ki dükkânın çırağı ise bu işi yan komşusundan bir çeyrek dakika önce yapmış olmanın rahatlığında dükkân kapısına çıkardığı tahta tabureye oturmuş, yanına koyduğu geniş bir el radyosundan yayılan bol tam-tamlı bir müzik eşliğinde sokak çaycısının hemen yanında ki bir sokak satıcısından aldığı sert bir kurabiyeyi kemiriyor.
Kurabiyeden düşen kırıntılar, önce dizine oradan da yere yuvarlanıyor.
Yerde tek sıra halinde uzun kuyruklar oluşturmuş karıncalar, bir fabrikanın gece vardiyasında çalışan işçileri gibi, kendilerinin iki katı büyüklüğünde ki kırıntıları sırtlanıp, dükkânın köşesinde ki bir delikten girip kayboluyorlar.
Yan yana iki dükkândan yayılan gaz lambasının ışıltıları ile aydınlanmaya çalışan sokakta bir araba ani bir fren yaparak önümde duruyor. Ali, dünkünden de kırık dökük bir başka araba ile gelip binmem için eli ile “gel” işareti yapıyor.
Tırsıyorum içinde ki diğer kara derili şoförü görünce.
Hani hayalimde ki Safari için geniş tekerlekli 4x4 Jeep?
"Başka gruplarla gitmeyecek miydik?” diye sorduğumda diğer grubun turu iptal etmesi üzerinde tek kaldığımı öğrendiğimde, safariye çıkacağım aracın tekerlek jant kapakları olmayan ve iç kapı döşemeleri bulunmayan yetmişlerden kalma eski bir araba olmasının endişesiyle midem buruluyor.
Kısa bir sohbet sonrasında, gözüm zifiri karanlıkta sadece silueti seçilen kapkara kıyafetler giymiş şoföre takılı iken, Ali tur fiyatını yalnız kaldığım için arttırmaya çalışması işin üzerine tuz biber ekiyor.
İçimden bir şey, Ali’nin bu teklifini kabul etmemem için sanki beni uyarıyordu. Soğuyorum birden...
Ve Ali’ye bu fiyatı veremeyeceğimi söyleyip turu iptal ettiğimi söylüyorum. Otogar az ileride. Acele etmeden yürümeye başlıyorum oraya doğru.
Peronlara doğru giderken yolda sırt çantamı yakalayan başka bir sokak çocuğunun eşliğinde onlarca çığırtkan arasından geçip bir otobüse kapağı atıyorum.
Beni otobüse getiren çocuk bahşişini istemekten geri kalmıyor. Bir $’ı eline sıkıştırdığımda çığırtkan neredeyse mutluluktan elimi öpecekti.
O anda “Neden” diye soracak halim yoktu da, yüz km’lik Moshi-Arsuha yolunun iki saatlik yolculuğu için bilet parasının 3.000 Şilin (2$) olduğunu öğrendiğimde, şu ana kadar ödediğim anormal taşıma fiyatları kafamda canlanıverdi.
İyi ki Ali’nin bir Avrupalı’ya göre normal olan tur fiyatını kabul etmemişim.
Klimanjaro’dan Moshi’ye gelirken taksiye verdiğim 100$’ı hatırlayıp, şimdi onun iki katı mesafeye iki $ olarak otobüse ödediğimde benzer güzergâhta yan yana giden bu araçların içinde yaşanan hikâyelerin de web sayfama isim hakkı veren “yolda ki yaşam hikâyesidir.” diyerek kendimi avutuyorum.
Ben yürüyerek geldiğimden görmediğim, benden önce yola koyulmuş sabah ki dükkanın köşesinde karıncalı suda yıkanan bardakla çay içen adam, arkamdan otobüse binip yan koltuğuma oturuyor.
Etrafta yolcudan çok çığırtkanların olduğu gardan ayrılırken içinde oturanlardan fazla ayakta yolcu bulunan bir otobüste sıkış tepiş bir haldeyiz.
Ha şimdi benzer bir yere geldik deyip akşamüzeri Laleli’den bindiğimiz otobüslerinden pek farkı olmayan bir araç içinde iki saat sürecek Moshi-Arusha yolculuğumuz başlıyor.
Hava aydınlanmaya başlayınca yolda her camı sonuna kadar açık, her deliğinden rüzgâr giren otobüs içinde beni sokacak bir sinek olmamasının rahatlığındayım
Ama şimdi de içimde ki tek endişe, bazı yolcuların HIV virüsü taşıması...
Tanzanya diğer Afrika ülkelerine oranla daha iyi bir ekonomi ve yaşam şartına sahip olsa da özellikle Masailer arasında çok eşlilik ile yayılan HIV virüsü taşıyanlar, ülke nüfusunun % 3’ü oluşturuyor.
Masailerin yaşam alanlarının bu bölgeler de olması, bu yörede HIV oranını % 15-20’lere çıktığından bahsediyorlar.
Yaşamın benim ve onlar için bir sonu olduğunu bilsem de buradakiler gibi HIV’li insanlardan korkmamayı öğrenmediğimden, bir ön yargı ile insanlara bakmaktan utanmış bir halde kafamı cama yaslayıp bir çeyrek dakika kestiriyorum.
Arabanın içi tıklım tıklım.
Yol üzerindeki köylere, mal satmaya giden bohçacı kadınların bohçalarının bazıları otobüsün tepe bagajında, bazıları içerde ayaklarının altında...
Her bir kaç km’de bir inen yolcular yerlerini sayıları çoğalarak binen yolculara bıraktığından daha da sıkışarak yol alıyoruz.
Neyse ki cam kenarında oturuyorum.
Son yarım saat içinde kızıl güneş, kızıl topraklar üzerinden yavaştan ağırdı.
Zanzibarda bıraktığım Bay Phantom burada da karşıma çıkar mı diye etrafıma bakınıyorum.
Şimdilik yok.
Güneş karlı Kilimanjaro’nun uzantısında ki tepelerden çıkıp kendini gösterdiğin de çoktan sararmış. Güneşin ışınlarını alan otobüs içinde ki serin hava, aniden ısınmaya başlayınca giyindiklerimden bir katını çıkartıyorum.
Boşalan yan koltuğa yeni bir komşu oturuyor. Adam benim aksime ter kokmayan beyaz gömlekli temiz giyimli.
Selamlaşıyoruz.
Şimdiye kadar hiç bu kadar yakından bir Zenciye bakmadığı fark ediyorum.
Bir kemer pantolonun deri kayışı kadar sert ve tüysüz suratının ortasında, her türlü kokuyu rahatlıkla ayırt edebilecek büyüklükte ki delikleriyle kocaman bir burun ve altında bir gonca gibi açılmış her biri bir kayık büyüklüğündeki pembe dudakları ve aralarında parlayan iri bembeyaz dişleri, çok uzakları rahatlıkla seçebileceğini daha ilk bakışta anlayabildiğim ışıl ışıl parlayan gülen gözlerine takılıp kalıyorum.
Başlıyoruz sohbete.
İlkokul öğretmeni olduğunu söylüyor.
Aylık kazancının üç yüz $ olduğunu, bir köy okulunda tek bir sınıfta farklı yaşlarda ki kırk kadar öğrenciye ders anlatmaya her gün Moshi’den kalkıp otuz km ilerideki bir köye geldiğini, kitaplarının az olduğunu ama okumak isteyen çocukların çokluğundan bahsediyor.
Yabancıların daha çok yatırım yapmasını arzu ettiğini dile getirip, biz yabancılarla iyi iletişim kursun diye tüm okulda dersleri İngilizce yaptıklarını büyük bir gururla ekliyor.
Doğu illerimize yaptığım geziler gözümde canlanınca, her ne kadar biz de “İngilizce” hak getirse de, “Çok bildik!” diyorum adının Muhammed olduğunu öğrendiğim ilkokul öğretmenine.
Kafamı dayayarak kestirdiğim camdan elimde ki bir kaşınma ile uyanıyorum.
Kanadı kırık kahverengi bir karınca kafasından sarkmış antenlerini bir sağa bir sola oynatarak elimin üzerinde parmak uçlarıma doğru her an taşıyacak bir şey bulurum edasıyla etrafını koklayarak ilerliyor.
Isırmıyor bu sefer beni. Sadece gıdıklanıyorum.
Otobüs Arusha garına giriyor. Pencere açık. Moshi’den yanımda getirdiğim karıncayı sokağa atıyorum.
Arsuha otogarının çığırtkanları, gece rüyamda ki karınca sürüsü gibi tüm otobüsü sarıp, inenleri teker teker yakalıyorlar ve bir yere sürükleyerek götürüyorlar.
İniş sırası bana gelince daha son basamağa adımı atar atmaz üzerime çullanan bir kaçı taksi ile beni bir otele, birkaçı tanesi Nairobi Havaalanına götürmek isterken, birkaç tanesi de bana bir safari turu satmaya çalışıyor.
Neden ve niçin demeden tur satanlardan birisinin peşine takılıyorum.
Beni birisinin kaptığını gören diğer karıncalar (çığırtkanlar) etrafımı birden boşaltıyor ve kendilerine yeni bir yem kapmak için arkamdan inenlere saldırıyorlar.
Yolda hem yürüyor hem de bu bölge için standart turlardan Ngrongoro Krateri, Tarangeri, Manyara gölünün içeren üç günlük turu, Moshi’deki Ali ile anlaştığımız fiyatın dörtte birine, araba, yiyecek ve konaklama dâhil günlüğü yüz $’a, başka Avrupalı gezginlerin aralarına sıkışmak kaydı ile satmaya çalışınca ağzım açık adamı izliyorum.
“Çadırda kalacağız ama...” diye eklemeyi ihmal etmiyor
Pek önemsemedim son söylediğini, çadırda kalmayı bilen bir gezgin olarak.
Hem başka ülkelerden gelmiş sırt çantalı gezginlerin biz Türk sırt çantalı gezginlere göre çok daha fazla sayıda olmaları ve onların gözlerinin bizlerden daha kara olduğunu bildiğimden hiç aldırmadan günlüğü üç yüz,-dört yüz $’dan bir tur olacağını zannederken, yüz $’a karşıma çıkan bu safari turunu kabul ediyor ve kaldırım kenarında beni bekleyen Meru-Treks firmasının arabasına yöneliyorum.
Sanki dolmuşa biner gibi, yola boş bir koltukla çıkmış bir Jeep’de, son koltuğu 5. kişi olarak bu fiyata doldurmuş olmam, onlar için ek bir kazanç olduğundan “alan memnun, satan memnun” tarzındayız.
Alel acele üstü açık 4x4 Jeep’de ki diğer iki çiftten biri kız diğeri erkek olan İspanyol ve İtalyan’a “Karibu” diyerek gülümsüyor ve şoför yanında ki tek koltuğa kuruluyorum.
Arusha’dan Asfalt yoldan bir saat kadar gidip Ngrongoro kraterine doğru yol alıyoruz.
Hayvanlar buralarda dolaşan Jeep’leri doğanın bir parçası saydıklarından, Milli parklara ufak özel arabalarla veya bireysel girilemiyor. (Giriş kişi:30$, Jeep:100$, Çadır:20$, Otel-Lodge:150$, Kumanya:10$, Depo dizel:60$, Şöför:20$)
Toplamda kişi başı harcamaların 5 kişilik araçlarda en az 100$ olduğu bir organizasyonda bu turlar, pazarlayana, arabanın kalitesine ve konaklama tercihine göre günlüğü benim gibi şanslı birisi için 100 $’dan, daha fazlasını isteyenlere ise 1.000$’a kadar çıkabiliyor.
Yol üzerinde ki Karatu köyünü geçip çadır kampımıza eşyalarımız bırakarak Ngrongoro Kraterine doğru yol alıyoruz.
Milli park girişinde yol, yol olmaktan çıkıp sadece Jeep’lerin gidebileceği patikalara dönüşüyor.
Krater deyince aklımda, sivri bir tepe, tepenin ardında bir çukur ve içinde havuz gibi ufak bir gölü olan volkanik bir dağ gözümde canlanıyordu. Ancak Ngrongro Krateri yirmi km’lik çapı ve üç yüz km2’lik alanı ile dünyanın en büyük volkanik krateri.
Birden bir karıncaya dönüştüğümü hissediyorum.
Aynı Moshi’de ki çaycının kovasının kenarında dolaşan karınca gibi şimdi bizler de kraterin dik yamaçlarında önce iki bin metrede ki tek yanı uçurum bir yoldan yukarı çıkıyor sonra da bin sekiz metrede ki kraterin içine aynı o karınca gibi kayıveriyoruz.
İlerledikçe etrafımızdaki her şey dev gibi görünmeye başlıyor.
Yolun başında karşımıza ellerinde mızraklar, boyunlarında yuvarlak boncuklarla rengârenk kıyafetli iri yarı Massailer çıkıyor.
Gelip geçeni selamlayan bu kendi başlarına buyruk, dinsiz, yarı yabani kabile insanları burunlarına taktıkları halkalar ve kulaklarına geçirdikleri kalın küpeler sonucu hem burunları sarkmış, hem de kulak delikleri.
Bazıları bir karış kadar uzamış kulak memeleriyle gülmeden, "buralar bizim dikkatli olun" dercesine kımıldamadan bize bakıyorlar.
Bu vahşi yaşam alanlarında üç günü; zebra, bufalo, aslan, kartal, sülün, fil, atmaca, bıldırcın, su aygırı, devekuşu, zürafa, guno, gergedan, yaban domuzu, kaplumbağa, sırtlan, kanatlı karınca akbaba, hipopotam, impala, vahşi kedi, geyik, çıta, antilop, rengarenk kuşlar, boy boy yılanlar, timsah, kızıl ve mavi maymunlar ve adını bilmediğim bir sürü uçan kuş ile geçiriyorum.
Bu hayvanlardan sürüler halinde gezinenleri, Victoria gölünü çevreleyen, Kenya ile Tanzanya topraklarını arasında kalan Serengeti bölgesinde, mevsimine göre yağan yağmurlar sayesinde yeşeren otları izleyerek binlerce kilometrelik bir alanda, geniş bir tur atarak dolaştıklarından, şimdilerde, Martta başlayacak Musonlar öncesinde yavaş yavaş yukarılara, Kenya’ya doğru ilerliyorlar.
Yaşamı gezinerek devam ettirdiklerinden onlara özenip bende sizler gibi olmayı istiyorum demeden edemedim.
Yolda sevişen, bir ağaç altında doğuran, su kenarında birisi susuzluğunu giderirken bir başkasına yem olabilen, birbirlerini her an kollayarak her an tedirgin yaşanan bu vahşi yaşamdan insan olarak korunmak zorunda olmak içimi sızlatıyor.
Rehberimiz vahşi yaşamdan nasibimizi almadan dönmek için sürekli bizleri uyarıyor.
Bazılarının bir hafta yaptığı, benim üç gün ayırabildiğim bu safari dünyasında, sularda sevişen hipopotamlara avanak avanak bakınarak yemek yerken elimdeki kızarmış tavuğu kapmak için hızla pike yaparak dalan bir kartalın bıçak gibi keskin pençelerinden kendimi zor kurtarıyorum.
Yolda giderken yavrusuna fazla yaklaştığımız için yedi tonluk dev bir filin hortumunun sert darbesiyle Jeep’in ön kaputunu yamultmasını, bir kaç kuş fotoğrafı çekeceğim diye bir kenara koyduğum öğle yemeğimi çalan maymunlar sayesinde o öğünde aç geçirdiğimi, ikindi uykusunun ardından uzaklarda ki avını daha iyi görmesi için Jeep’imizi bir tepe gibi kullanmak için arabanın üzerine çıkan bir çıtanın içimizde yarattığı korkuyu, güneş batarken bastıran sivrisinek saldırılarından korunmak için avuç avuç sürdüğümüz siv-kovların etkisi kaybolmasın diye ekşi ter kokusuyla dolaşmayı, akşamları bol çorbalı kamp yemekleri atıştırıp sofradan yarı aç kalkmayı, tam yorgunluktan uykuya dalmışken gecenin bir yarısında çadırın bir kaç yüz metre ilerisinde bir yırtıcının pençeleri ile devrilmiş ve sivri dişleri arasında can çekişen bir hayvanın çığlığında uyanmayı, uyandığınızda aynı sesi duymuş bir maymunun çadırınızın tepesinde dolaşırken çıkardığı ince tiz sesinde donup kalmayı, soğuk ve karanlık gecenin bir yarısında çadır etrafında bir yılan, çıyan var mıdır diye düşünürken uykusuzluktan sızmayı, çadır içine sızmış sivri sinekleri acımasızca avlamayı, toprak üzerinde gezinen siyah bacaklı kırmızı çıyanları kendi yaşam korkunuz adına ayakkabınızın topuğu ile vahşice ezebilmeyi, ortalarda dolaşan tarla farelerine hayâsızca bir tekme savurup kovalamayı ve en zararsız olduğuna inansak da yeterince çok olduklarında zararlı olabilecek kanatlı, kanatsız karıncaların her an sizden bir parça koparıp yuvalarına götüreceklerini bildiğinizden bir süre sonra karıncaları da kendinize düşman edebilmeyi, HIV’li başka canlılar ile bir ortamda nefes almayı, kısaca vahşeti ve vahşiliği yaşamaktan endişe duymayı göz ardı edebiliyorsanız, insan olarak o vahşi dediğimiz canlıların yaşam alanlarını daraltan bizlerin de birer hayvan olduğumuzu, hatta her gün sayılarını azaltarak yok olmalarına sebep olduğumuzdan onlardan da vahşi olduğumuzu buraya geldiğinizde kısa bir süre içinizde hissedebilecekseniz.
Eve dönünce sırt çantamı açtığımda içinden çıkan bir kanatlı karıncanın cansız vücudunu şimdilik saklıyorum. Bir gün tekrar gidebilirsem onu da yanıma alıp, cesedini kendi topraklarına gömeceğim.

Şubat 2011